Evrim Teorisi ile ortaya konulan iddialar, üç temel kategoride değerlendirilebilir. Bunların birincisine göre türler birbirlerinden değişerek oluşmuştur. İkincisine göre bu süreçte mutasyon, doğal seleksiyon, seksüel seleksiyon, genetik sürüklenme gibi mekanizmalar rol oynamıştır. Üçüncüsüne göre türlerin tarih içindeki birbirlerinden değişimi, dallanan bir hayat ağacıyla gösterilebilecek şekilde birbiriyle bağımlıdır.
Bunların birincisinde Evrim Teorisi’ni kabul eden hemen herkes hemfikirdir. Fakat bu sürecin mekanizmalarının ne olduğu ve hangi mekanizmanın ne kadar etkili olduğu (ikinci husus) ile hayat ağacının tam olarak nasıl çizilmesi gerektiğinde (üçüncü husus) birçok tartışma mevcuttur.
Evrimsel biyolojiden fosilbilime, genetikten evrimsel psikolojiye kadar birçok farklı bilim dalında çalışan bilim insanları, bu hususlardaki bilinmeyenleri çözmeye çalışmakta ve farklı fikirleri tartışmaktadırlar. Şimdilik bu hususlarda çözülmeyenlerin çözülenlerden daha fazla olduğu söylenebilir. Önceden dikkat çektiğim önemli bir noktayı tekrar hatırlatmak istiyorum:
Biyoloji fiziğe göre çok daha kompleks varlıklarla ilgilidir ve bu bilim dalını kendi zorluklarıyla beraber anlamamız gerekmektedir. Evrim Teorisi’nin birinci husustaki iddiasını bir kenara bırakırsak, diğer hususlar hala masadadır ve bu teori aslında sürekli inşa halindedir. Burada, “Evrim Teorisi” başlığında tartışılmış bir husus olan bir türden diğerine dönüşümün hızlı mı yavaş bir şekilde mi olduğu tartışmasını kısaca aktararak, bu teorinin iç tartışmalarını örneklendirmeye çalışacağım.
Darwin, bir türden diğer bir türe değişimin ufak değişimlerin birikmesiyle oluştuğunu düşünüyordu. Fakat Evrim Teorisi’nin ortaya konulduğu dönemin başından itibaren Huxley ve diğer bazı bilim insanlarınca ufak değişimlere karşı sıçramacı modeller ileri sürüldü. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosiller elbette ki bulunamazdı.
Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi “Hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine” benzer bir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular. Ayrıca değişim ne kadar büyükse, zararlı etkisinin o kadar çok olacağını ve böylesi bir değişimle yeni bir tür oluşabilseydi bile, bu türün kendine eş bulmakta çekeceği zorluk nedeniyle, bu değişimi yeni nesillere aktaramayacağını söyler.[
Huxley’in yaşadığı dönemde, canlıların biyolojik yapısının moleküler seviyede ne kadar karmaşık olduğu bilinmiyordu, bu yüzden Huxley’in sıçramalı evrim görüşünü savunduğu söylenebilir. Fakat moleküler seviyedeki karmaşıklık anlaşıldıktan sonra da bu görüşe yakın fikirleri benimseyenler olmuştur.
Bunun en önemli sebebi, fosil kayıtlarında yüz binlerce türün varlığı tespit edilmiş olmasına rağmen türden türe yavaş aşamalı geçişleri gösteren fosillerdeki kayıplardır. Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould “kesintili denge” (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar
Gould’un ifadesine göre, ara geçiş formlarının fosillerinin yokluğuna dair sorun daha önce “fosilbilimin ticari sırrı” (the trade secret of paleontoloji) idi. Bu kuramı onlar dışında Hallam, Raup, Stanley, Vrba gibi ünlü bilim insanları da onaylamaktadır.Bu görüşe göre yeni özelliklere sahip türler, Darwin’in ve takipçilerinin zannettiği gibi küçük değişikliklerin bir araya gelmesiyle oluşmaz.
Türler uzun süreli değişmezlik dönemlerinden (stasis) sonra hızlı değişimler gösterirler. Bu hızlı değişim genelde izole olan küçük popülasyonlarda gerçekleşir. Coğrafi izolasyonun türleşmedeki öneminin en ayrıntılı ve sofistike açıklamasını Eldredge ve Gould teorilerini ortaya koymadan önce Ernst Mayr yapmıştı. Bir türün popülasyonu, içinde yapılan çiftleşmelerle belli bir gen havuzunun paylaşıldığı bir birimdir. Eğer bu toplumun belli bir bölümü ayrılıp coğrafi olarak izole olursa, bu gen havuzunda küçük de olsa bir değişiklik olur. Bu yeni gen havuzunu paylaşan gruplarda ortaya çıkan değişikliklerle, bu gruplar, yeni bir tür veya bir alt-tür olarak adlandırılabilecek değişimlere de uğrayabilirler.
Türlerin melezleşme ve coğrafi izolasyon gibi faktörlerle kısmi değişimlere uğrayacakları yadsınamaz bir gerçektir. Katırın farklılığını inkâr edemeyeceğimiz gibi Hawaii’nin honeycreeper’ındaki farklılaşmayı da inkâr edemeyiz. Linnaeus gibi türlerin sabitliğini savunmuş birine karşı bu olgular türlerin nasıl dinamik-değişken varlıklar olduğunu gösterir; günümüzde, Linnaeus’un takipçisi (katı Evrim Teorisi düşmanlarının içinde bile) ciddi tek bir bilim insanının olduğunu zannetmiyorum. Fakat türlerde, memeli olmak veya uçmak gibi daha büyük değişimlerin açıklanması söz konusu olunca coğrafi izolasyon gibi faktörlerin bunda ne kadar rol almış olabileceğini tespit etmek zor bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yeni-Darwincilerin büyük bir kısmı, Darwinci bir yaklaşımla ufak değişimlerin birikmesiyle değişimi savunurken; fosilbilimci Stephen Jay Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği, bu alanla ilgili araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.
Günümüzde ise bu savunmayı yapmak zorlaşmış ve Gould gibi düşünenler “kesintili denge” kuramını ortaya atmışlardır. Yeni-Darwincilerin birçoğunun soğuk baktığı bu kuram, beraberinde bazı sorunları getirmektedir. Fred Hoyle’nin bahsettiği kasırgayı, daha dar bölgede ama biraz daha uzun estirmek (Richard Goldschmidt’in “umulan canavarı” gibi tek bir bireyde büyük değişiklik yerine, dar bir bölgede küçük bir toplulukta büyük değişimi beklemek) acaba sorunları ortadan kaldırabilir mi?
Goldschmidt mikro mutasyonların birikimiyle makro değişikliklerin oluşamayacağını savunmuştu. Bu yaklaşımın en bilinen örneklerinden biriyle açıklamak gerekirse; bir sürüngenin yumurtasından bir gün bir kuş çıkmıştır. Bu makro mutasyonla oluşan canlı için “umulan canavar” (hopeful monster) tanımlaması yapılır.
Gould bir yandan Yeni-Darwincilerin Goldschmidt’i karikatürize ettiğini söylerken, bir yandan da kendi teorisini “umulan canavar” görüşünden ayırt etmeye çalışır. “Umulan canavar” beklentisi ile türleşme, bir türün tek bir bireyinde iken; “kesintili denge” kuramında türleşme, coğrafi olarak izole bir grubun içinde dar bir zaman aralığındadır. Gould, bu dar zaman aralığının, türün sabit kaldığı uzun zaman diliminin % 1’i kadar bir süre olabileceğini söyler.
“Kesintili denge” ile ilgili tartışmalar bazı Yeni-Darwincileri rahatsız etmiştir. Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde, düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”
Dawkins’in bu ifadeleri, objektif bilimsel bir tartışma ortamının oluşmasından çok “ateist evrimci bir misyonerlik faaliyetinin” arzusunu dile getirir gibidir. 20. yüzyıl ateizminin diğer ünlü bir ismi olan Dennett de Dawkins gibi “kesintili denge” kuramından o kadar rahatsızdır ki, ünlü kitabı Darwin’s Dangerous Idea’da (Darwin’in Tehlikeli Görüflü) bu görüşe cevap vermeye çalışmak için uzun bölümler ayırmıştır.
Evrimciliği tartışılmayacak düzeyde açık, üstelik bu teoriye ciddi katkıları olmuş ve Amerika’daki evrim karşıtı yaratılışçı gruplarla en ufacık bir ilgileri olmadığı bilinen Amerikalı bilim insanları Eldredge ve Gould gibi iki kişinin, klasik mikro mutasyoncu yaklaşıma getirdikleri eleştiriler ve mikro mutasyoncu yaklaşımla mevcut fosil bulgular arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekmeleri bu tip tepkiler almalarına sebep olmuştur.
Görüldüğü gibi evrim alanında sağlıklı tartışmaları, sadece yanlış bir din anlayışıyla Evrim Teorisi’ne karşı çıkanlar değil, kimi zaman ateizm adına bu teoriyi kullananlar da önlemektedir. Dawkins’in, Gould’a yönelttiği “günümüz yaratılışçılarına yardım” sağlamak gibi retorikleri buna örnektir. (Burada, “kesintili denge” kuramını savunduğum zannedilmemelidir.
Sadece teoriyle ilgili bir zorluğu çözmeyle ilgili çabaların bile teizm-ateizm tartışmalarıyla ilgili retoriklerle gölgelenmesindeki gereksizliğe dikkat çekmeye çalışıyorum.) Teizm adına yapılan yanlış retorikler ise aşırı derecede yüksek seviyededir. Bu teorinin tartışmalı yönleri, teizm ve ateizm arasındaki çekişme ve retoriklerden bağımsızlaştığı ve biyoloji tarihindeki süreci tarif etmek gibi zor bir hedefi olan bu teorinin dinlerle ilgili bir tehdit unsuru olmadığı daha iyi anlaşılınca daha sağlıklı bir bilimsel tartışma ortamı oluşacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder