bilgievlerim: Hikaye ve Masallar
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2018 Çarşamba

ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ VE ŞEHZADE


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeni ca­mi içinde, abıhayat içince, ben kendimden geçince, bayırda "vak, vak"; "sultanım börek" diye bağıran bir dervişti, Lala, buna ermişti, Ben de bilmem ne işti, Ora­dan girdik bu yola, geldik geniş bir avluya. Oturduk bir kenara, başladık masala.
Bir varmış, bir yokmuş, Bir padişah varmış. Bu padişa­hın üç de oğlu varmış, O da insan değil mi? Padişah, bir gün hastalanmış, Yataklara düşmüş ve durumu gittikçe ağırlaşmış. Artık ömrünün sonuna geldiğini anlamış, Oğullarını yanına çağırtmış. Çocuklar, üzüntü içinde ba­balarının yatağının etrafına toplanmışlar.
Padişah, güçlükle konuşarak:
- Ben öldükten sonra, büyük oğlum padişah olacak. Canı istediği zaman, avlanmaya çıksın.
Ama ormanda bir üç yol ağzına geldiğinde, soldaki yola sapsın, Ne sağdakine, ne de ortadakine sapmasın, demiş.
Padişah, iki gün sonra ölmüş. Çocuklar, üzüntü içinde ağlamışlar.                
Babalarının vasiyetini yerine getirip, ağabeylerini tahta geçir­mişler. Bir gün, padişahın canı sıkılmış, ava gitmeye karar vermiş. Atına binmiş ve ya­nına baş vezirini de aiıp yola çıkmış, Gide gide  üç yol ağzına gelmişler, Çocuk, babasının söylediklerini  hatırlamış. Ama diğer yollara sa­parsa, ne olacağını da çok merak etmiş,
Yanındaki vezirine:
- Acaba, babam niçin soldaki yola sapmamızı tem­bih etmişti? Öteki yollardan birine sapsak, ne olur ki? demiş,
Vezir:
-Sakın gitme! Elbet babanın bir bildiği vardır. Bakar­sın başına bir kaza gelir, etme eyleme, diyerek onu bı­rakmak istememiş. Ama padişah, laf dinlememiş ve onu orada bırakıp atını sağdaki yola sürmüş. Yol kenarında, çimenlerin arasında sarı bir çiğdem çiçeği görmüş. Çiğ­demin böyle vakitsiz açtığını görünce, onu koparmak için atını çiğdeme doğru sürmüş, Ama çiğdeme bir tür­lü yaklaşamamış. Çocuk, atını sürdükçe çiğdem uzak­laşmış. Çiğdem önde, çocuk arkada, gide gide epey­ce yol almışlar. Çocuk, başını kaldırınca bir mağaranın önüne geldiğini görmüş. Mağaranın önünde, dumanı tüten bir kazan sıcak pilav duruyormuş,
O sırada karnı acıkmış:
- Çiğdemi koparamadım, bari şu pilavdan birkaç lokma yiyeyim, diyerek atından inmiş. Tam pilavdan bir kaşık alacakken, mağaradan bir Arap çıkmış.
—Hey âdemoğlu! Selâmdan evvel, kelâm olmaz, Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş.
Çocuk da ne yapsın, Arap'la dövüşmeye başlamış. Bunlar, boğaz boğaza gelmişler. En sonunda Arap, ço­cuğu yenmiş ve hançerini çıkarıp çocuğun başını kes­miş. Atı da kişneyerek kaçmış.
Yol ağzında uzun zaman bekleyen vezir, bakmış ki çocuktan bir haber yok. Biraz daha bekleyip, saraya dönmüş. Olup bitenleri, kardeşlerine anlatmış. Ağabey­lerini, günlerce beklemişler, Gelmediğini görüp, ortan­ca kardeşin tahta geçmesine karar vermişler.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, ortanca çocuk da ava çıkmak istemiş. Yanına vezirini alıp, yola koyulmuş. Gi­de gide o üç yol ağzına varmışlar, Çocuk, babasının vasi­yetini hatırlasa da:
- Gidip, bakayım ağabeyime ne oldu? diyerek, ağa­beyinin gittiği yola atını sürmüş.
Onun da önüne bir çiğdem çiçeği çıkmış. O da çiğdemi koparma­ya kalkıştıkça, çiğdem uzak­laşmış. Gide gide pilav kazanının başına gelmiş, O J da, ağabeyi gibi acıktığı için pilav kazanına yaklaşmış.
Tam o sırada Arap ortaya çıkıp:
-  Hey âdemoğlu! Se­lamdan  önce,  kelâm  olmaz. Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş,
Arap, onu da yenmiş ve hançerle başını kesmiş, Onun atı da kişneyerek kaçmış ve diğer atın yanına gitmiş.
Vezir, üç yol ağzında çocuğu beklemiş, beklemiş, Bakmış ki ne gelen var, ne giden:
-  Padişahın başına bir şey geldi galiba? demiş ve saraya dönmüş.
Hem büyük, hem de ortanca çocuk dönmeyince, bu sefer de küçük çocuğu tahta geçirmişler.
Küçük padişah, bir süre sonra ağabeyleri gibi yanı­na vezirini alıp, yola çıkmış. Gide gide üç yol ağzına var­mışlar. Çocuk, ağabeylerinin gittiği yola sapmak İstemiş,
Vezir:
- Ağabeylerinin ikisi de bu yola saptı ve geri dönme­diler. Sen de gidersen, kim padişah olacak? demiş.
Ama genç padişah kararlıymış:
- Hem ağabeylerimi ararım, hem de bu yolda ne ol­duğunu görürüm, demiş.
Gide gide epeyce yol almış. Demeye kalmaz, atla­rın kişnemelerini duymuş. Çocuk, ağabeylerinin yakında olduklarını anlamış. O sırada, çiğdem çiçeğini görmüş ve çiğdemi koparmaya çalışmış. Çocuk yaklaştıkça, çiğdem kaçmış. Çocuk, çiğdemin peşinde gide gide en sonunda pilav kazanının yanına gelmiş.
Çok yorulup, karnı acıktığı için:
- Şu pilavla karnımı doyurayım, diyerek atından in­miş ve kazanın başına gelmiş, Kaşığını, tam pilava dal­dıracağı sırada mağaradan Arap çıkarak:
-Şehzadem, selâmdan evvel kelâm olmaz. Gel, se­ninle yiğitçe bir dövüşelim. Ondan sonra pilavı ye, helâl olsun, demiş. Çocuk, Arap ile dövüşmeye başlamış.
Şehzadenin bildiği, tılsımlı bir dua varmış. Bu duayı oku­yunca, Arap'ın elleri tutmaz, gücü kuvveti yetmez ol­muş ve kılıç elinden düşmüş. Şehzade, Arap'ı tuttuğu gi­bi yere yıkmış ve hançerini çekip öldürmüş, Bir de bak­mış ki, çiğdem hâlâ orada duruyor. Eğilip çiğdemi ko­partmış ve kavuğuna takmış. Atına atlayıp, ağabeyleri­nin atlarını da alarak, vezirin yanına dönmüş. Vezire ba­şından geçenleri anlatıp, ağabeylerini Arap'ın öldürdü­ğünü söylemiş.
Padişah, saraya dönmâm dükten sonra, kavuğundan çiğdemi çıkarmış  ve bir bardağın  içine koymuş. Bardağı da su ile doldurup rafın üzerine koymuş.  Sonra da  yatıp, uyumuş.
Padişahın, bir âdeti var­mış. Hizmetçiler, her gece yatağının başucuna lokum, şerbet, altın şamdan ve ayakucuna da gümüş şamdan koyarlarmış, Sonra da şamdanları yakarlarmış.
Padişah uyuduktan sonra, gece yarısı çiğdem bar­daktan çıkmış, Silkinip, bir kız olmuş ki eşi benzeri hiçbir yerde görülmemiş. Öyle güzelmiş ki, bakmaya doyui-mazmış, Kız, padişahın lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş, başucundaki altın şamdanı ayakucuna, ayakucundaki gümüş şamdanı da başucuna koymuş. Padişahı, iki yanağından öperek yine çiğdem olmuş.
Az sonra uyanan padişah, bir de bakmış ki lokumla­rı yenmiş, şerbetleri içilmiş ve şamdanların yerleri değiş­miş. Bu işi kimin yaptığını merak ederek, sabaha kadar düşünmüş. Sabah olunca da hizmetçileri çağırıp:
- Bu akşam, benim odama kim girdi? diye sormuş.
Hizmetçiler:
-  Padişahım, kim girecek? Kimse girmedi! demişler. Padişah, inanmamış; bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Ak­şam, padişah yine yatıp uyumuş, Lokumlar, şerbetler ha­zırlanmış ve şamdanlar yerlerine konup mumlar yakılmış. Hizmetçiler, işlerini bitirince odanın kapısını çekip çıkmışlar. Gece yarısı, padişah uyurken çiğdem yine canlanıp, bir kız olmuş. Padişahın yanına gelip lokumlarını yemiş, şerbe­tini içmiş, şamdanların yerlerini değiştirmiş ve padişahı iki yanağından öptükten sonra yine çiğdem olmuş. Sabah uyanan padişah, lokumların yenmiş, şerbetin içilmiş, şam­danların yer değiştirmiş olduğunu görünce öyle sinirlenmiş ki; yapmadığını, söylemediğini bırakmamış.
Neyse, uzatmayalım meseleyi, çatlatalım kestaneyi. Padişah, o akşam uyumadan beklemeye karar vermiş, O gece de bardaktan çıkan çiğdem, bir silkinişte kız olur. Padişahın lokumlarını yemiş, şerbeti içmiş, şamdan­ların yerini değiştirmiş ve sonra da padişahın yanaklarını öpmek için eğiimiş. Padişah, gözlerini açıp kızı bileğin­den yakalamış.
Padişaha:
- Yalvarırım, beni bırak, demiş. Padişah, ömründe hiç bu kadar güzel bir kız görmemiş, Onu görür görmez, aşık olmuş, Kızı, kaybetmek istemediği için, hemen bar­dağın içindeki çiğdemi parçalamış, Böylece tılsımı bo­zulan kız, bir daha çiğdem olamamış ve padişahın ya­nında kalmış.
Padişah ve çiğdem kız, birbirlerini öyle çok sevmiş­ler, birbirlerine öyle bir âşk ile bağlanmışlar ki, iki dünya bir araya gelse de ayrılmamaya karar vermişler. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, muratlarına ermişler.

Düğüne giden bir adama, bir tabak helva ve bir ta­bak da kemik vermişler. Helvayı dişinin kovuğuna kıstır­mış, kemiği heybesine koymuş, Heybesi kâğıttan, eşeği­nin ayakları mumdanmış. Giderken bir yangına rastla­mış. Eşeğin ayakları erimiş, heybedeki kemikleri köpekler yemiş. Adam, dişinin kovuğundaki helvanın tadıyla ye­tinmiş.

SABIR TAŞI İLE SASIR BIÇAĞI


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde fakir bir ka­dıncağızın, bir kızı varmış. Bu kız her gün gergef işler, ana­sı da çarşıda çamaşırcılık edermiş, Günlerden bir gün, kı­zın anası çamaşır toplamaya gitmiş. Kız, pencerenin önünde gergefini iştiyormuş.
Bir kuş gelip, gergefin üstüne konarak:
- Güzel kız, senin başına belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş.
Kız, çok şaşırmış ve aksam annesine gündüz olanları anlatmış,
Kızın annesi:
- Kızım, ben yarın da evde  olmayacağım. İlk Sen, odaya gir ve ka­pıpıları, pencereleri sıkı  sıkı kapat. Ben gelinceye kadar oturup, gergefini işle, demiş.
Sabah annesi gidince kız, odaya girmiş ve kapıları, pencereleri iyice kapayarak gergefini işlemeye başlamış,
Biraz sonra, nereden girdiyse kuş gelip, gergefin üzerine konmuş:
- Güzel kız, senin başına bir belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş,
Akşam olunca, kız daha çok meraklanarak olanları annesine anlatmış,
Annesi:
- Yarın, odayı iyice kapadıktan sonra yüklüğe gir ve bir mum yakıp gergefini orada işle, Kuş, oraya giremez, demiş.
Kız, annesi gittikten sonra kapıları, pencereleri daha sıkı kapamış. Bir mum yakmış ve gergefini de alarak yük­lüğe girmiş. Yüklüğün kapısını da içerden kilitleyerek, gergefini işlemeye başlamış.
Kuş yine kanatlarını çırparak gelmiş ve gergefin üstüne konmuş;
- Güzel kız, senin başına be­lâ gelecek, demiş ve uçup, git­miş.                               
Artık iyice endişelenen kız, gergef işlemeyi bırakmış. Sadece kuşun   söylediklerini   düşünmeye başlamış. Akşam, anası gelince, kız:
- Kuş bugün de geldi. Aman anacığım! Bunun bir çaresi yok mu? Eğer böyle giderse, merakımdan patlayacağım, diyerek anasına dert yan­mış,
Anası da:
-  Ben artık bir yere gitmem. Burada bekler ve onu yakalarım, demiş, Ama kuşu bir daha koydunsa bul. On­lar kuşu beklerken, günün birinde komşuları gelip:
-  Bugün eğlenceye gideceğiz. İzin ver de kızını da
götürelim. Hiç olmazsa, biraz gözü gönlü açılır, demiş.
Kızın anası:
- Ah komşu, ben bu sıralarda kızımı hiçbir yere gön-deremem, Çünkü bir kuş, üç gündür gelip kızımı korkut­muş, demiş.
Komşusu:
- Ayol sen kendini pabucu büyüğe okut, o nasıl söz? Biz bu kadar kişiyiz, artık bir kıza da bakamazsak, yazık­lar olsun bize, Sen hiç kaygılanma. Biz onu güzel güzel gezdirir, sonra da getiririz, diyerek allem edip, kallem edip kızı anasından almış.
Bunlar gitmişler, gezmişler ve eğlenmişler. Dönüşte bir çeşme başına gelmişler. Bütün kadınlar, çeşmeden su içtikten sonra kız da su içmek için çeşmenin başına gelmiş. Tam o sırada, kadınlarla kızın arasına koca bir duvar örülmüş, Öyle bir duvar ki, anlatılmaz. Anlatmak­la bitmez, geçit vermez bir duvar.
Kadınlar:
- Ah başımıza gelenleri gördünüz mü? Sen anası ka­dar mı bilirsin? Ne demeye elin kızını alıp da ateşte yak­tık? Hay taş olaydık da buralara gelmez olaydık! Ah ku-ruyası başımız! Anasına şimdi ne diyeceğiz, ne cevap vereceğiz? diye ağlaşmışlar.
Sonra kadınlar:
- Böyle ağlamakla başa çıkılmaz; gidelim bari ana­sına söyleyelim! O bizden iyi bilir! Elbet bir çaresini bulur, diyerek, doğru kızın anasının yanına varmışlar.
Kızın, anası:
- Bunlar gecikti, nerede kaldılar? diye endişeyle ka­pıda onları bekliyormuş.
Komşularını görünce:
- Kızım nerede? diye bağırmış.
Kadınlar, ağlaya sızlaya olanları anlatmışlar. Kızın anası:
- Ah, ben size demiştim, diyerek koşarak kızının ya­nına gitmiş. Kız, duvarın bir tarafında, annesi bir tarafın­da ağlamaya başlamışlar, Saatlerce ağlayan kız, so­nunda yorgunluktan uyuya kalmış. Sabah, uyanınca çeşmenin yanında koca bir kapı görmüş. Kız, kapıdan içeri girmiş. Karşısında muhteşem bir saray duruyormuş. Etrafına bakındığında, duvarda asılı kırk anahtar bul­muş. Kız, anahtarları saraya girmiş, Elindeki anahtarlar­la, otuz dokuz odanın kapısını açmış. Kiminde altın, ki­minde gümüş, kiminde mücevher, kısaca her oda de­ğerli mücevherlerle doluymuş. Sonunda kırkıncı odayı da açmış, Bu odada, yakışıklı bir delikanlı uyuyormuş, Delikanlının elinde bir yelpaze ve göğsünde de bir kâ­ğıt varmış, Kız, delikanlının yanına yaklaşıp, kâğıdı almış ve okumuş.
"Beni kırk gün okuyup üfleyene, bütün malımı bağış­layacağım. Eğer bu kişi bir kız ise, onunla evleneceğim."
Kız, abdest alıp delikanlının yanına oturmuş. Otuz dokuz gün boyunca, okuyup üflemiş. Kırkıncı günün sa­bahı, pencereden bakarken, bir Arap görmüş.
Kız:
- Şunu çağırayım da azıcık delikanlının yanında dur-
sun. Ben de gideyim, kendime çekidüzen vereyim, Çünkü bukalkacak,   diyerek aap'ı yukarı çağırmış.
- Sen, bu delikan­lıya  biraz oku üfle. Ben   şimdi   gelirim, demiş.
Arap,  okuyup üflerken, kız da kendine çeki düzen veriyormuş. Arap, delikanlının göğsündeki mektubu  okumuş.  Tam bu sırada delikanlı uyanmış
ve kendisini kurtardığını sanıp, araba sarılmış. Kız, hazırlanıp yukarı çıkınca, Arap:
-  Bak şuna, ben koca bir sultanken böyle geziyorum, Ama bu kız bir halayık parçası olduğu halde süs­lenmiş, diye kızı kovmuş. Delikanlı, kızı aşçı yapmış.
Delikanlı, bir gün Arap ve kıza:
-  Ne istersiniz? diye sormuş. Çünkü ertesi gün bay-rammış. Arap, birtakım elbise istemiş, Kız, sarısabır taşı ile kara saplı bıçak isterim demiş. Delikanlı, ikisinin de iste­diklerini almış. Ama kızın, böyle tuhaf şeyler istemesine şaşırmış.
Kız, sabır taşı ile bıçağı almış ve mutfağa koymuş. De­likanlı, kızın bunlarla ne yapacağını çok merak ediyormuş. Gizlice kızın odasındaki dolaba saklanmış. Kız, gece yarısı bıçağı eline almış ve başından geçenleri sonuna kadar, sarısabır taşına anlatmış.
Kız, konuştukça sabır taşı köpürmüş, köpürmüş. Hikâ­ye bitince de patlamış.
Kız:
-  Sarısabır, sarısabır, sen sarısabır olduğun halde patlarsan, ben insan olduğum halde nasıl yaşarım? de­miş. Bıçağı karnına saplayacağı sırada, delikanlı dolap­tan fırlayıp kızın elini tutmuş. Gerçeği öğrenen delikanlı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yaparak kız ile evlen­miş.
Arap'a da:
- Kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı? demiş.
Arap:
- Kırk satır düşman koynuna, kırk katır isterim ki, memleketime kavuşayım, demiş.
Arap'ı kırk katırın kuyruğuna bağlamışlar ve birer kamçı vurup katırları dağlara sürmüşler.

Onlar muratlarına ere dursunlar. Biz de kahve içelim, çubuk tüttürelim.

10 Temmuz 2018 Salı

KARGA




Zamanın birinde bir adam varmış. Bu adam, kuşları avlayıp satarak geçinilmiş, Adamın bir oğlu varmış. dünlerden bir gün, adam hastalanıp ölmüş. Oğlu, babasının ne ile geçindiğini bilmezmiş.
Bir gün anasına:
- Ana, babam ne iş yapardı? Eğer yapabilirsem biz de o işle geçiniriz, demiş.
Anası:
- Oğlum, senin baban kuş tu­tup satarak bizi geçindirirdi, demiş.
Oğlan:
- Babam kuşları neyle tu­tardı? diye sormuş.
Anası da:
- Oğlum, tavan arasında ba­banın bir kapanı var, onunla tutar­dı, demiş.
Oğlan, tavan arasına çıkıp kapanı almış. Kıra gide-ek, bir ağacın üstüne kapanı kurmuş. Derken efendim, Dir karga gelip kapana tutulmuş. Oğlan, ağaca çıkıp ;kapanı almış.
Karga, oğlana yalvararak:
- Beni serbest bırakırsan, sana güzel kuşlar yollarım. !en de onları yakalayıp, satarsan çok para kazanırsın, temiş. Oğlan, karganın yalvarmasına dayanamayıp onu bırakmış,
Kapanını yeniden kurmuş ve ağacın altında bekle­meye başlamış. Uzaktan bir kuş gelerek kapana yaka­lanmış.
Hemen ağaca çıkan çocuk, kuşu görünce güzelliği­ne vurulup:
- Ne kadar güzel bir kuş, diye sevinmiş ve hayranlık­la bakıp, dururken karga gelip oğlana:
-  Haydi bu kuşu götür ve padişaha sat. Sana çok para verir, demiş.
Oğlan, kuşu bir kafese koymuş ve doğru padişahın sarayına gitmiş.
Padişah, kuşu çok beğenip almış. Oğlana, bir sürü para vermiş. Oğlan, sevinerek paraları alıp evine gitmiş. Padişah, kuşa bir altın kafes yaptırıp içine koymuş; bü­tün gün bu kuşla eğlenip, hoşça vakit geçiriyormuş. Pa­dişahın veziri, padişahı bu kadar çok mutlu edecek bir kuş getirdiği için, çocuğu çok kıskanmış.
Vezir, bir gün:
- Efendim, bu güzel kuşa altın kafes yakışmıyor. Ku­şunuza fildişinden bir köşk yaptırmalısınız, demiş.
Padişah:
- İyi, ama o kadar fildişini nerede bulabilirim? demiş. Vezir;
- Efendim, kuşu getiren fildişini de bulur, demiş. Pa-lişah, hemen oğlanı çağırtarak:
- Bana, bir köşk yapmak için fildişi getireceksin! diye mretmiş.
Oğlan:
-  Aman padişahım! Ben o kadar fildişini nereden ulayım? demiş.
Padişah:
- Nerede bulursan bul! Sana, kırk gün izin! Eğer, bu­lmazsan kırk günün sonunda boynunu vurdururum!
emiş.
Oğlan, kara kara düşünerek evine dönmüş. Ağacın İtında dalgın dalgın oturan çocuğun omzuna konan arga:
-  Ne düşünüyorsun? diye sormuş. Oğlan, her şeyi anlatmış.
Karga:
-  Üzüldüğün şeye bak! Haydi, git, padişahtan kırk raba şarap iste, demiş,
Oğlan gidip:
- Padişahım, ben sizin istediğiniz fildişlerini gefirece-im, ama bana kırk araba şarap vermeniz gerekiyor, emiş.
Padişahın emriyle, oğlana kırk araba şarabı vermiş­ler. Oğlan, arabaları alıp giderken, karga gelmiş:


- Şimdi, arabaları şu dağın arkasındaki büyük çınar ağacının altına götür. Orada, kırk tane su yalağı vardır. Ne kadar fil varsa gelip o yalaklardan su içer. Sen bu şa­rapları yalakların içine doldur. Sonra da, bir yere gizle­nip bekle. Filler, susayınca oynayıp sıçrayarak gelir ve yalaklardaki şarapları içerler. Hepsi sarhoş olup düşünce, gidip fil­lerin dişlerini söker, padişaha götürürsün, deilmiş. Oğlan, arabaları EJJ çekerek dağı aşmış.',, Öğlene doğru, büyük çınar ağacının altına jjvarmış. Şarapları arabadan indirip, yalakla­ra boşaltmış. Bir ağacın arkasına gizlenerek, oturup bek­lemeye başlamış. Filler, uzaktan görünmüşler. Büyük bir gürültüyle gelip, yalakların etrafına doluşmuşlar, Bütün şarapları içip, bitirmişler. Az sonra hepsi yere düşmüş. Oğlan, hemen gidip, fillerin bütün dişlerini sökmüş. Son­ra, çuvallara doldurup arabaya yüklemiş ve padişaha götürmüş.
Padişah, fildişlerinden bir köşk yaptırarak kuşu içine coymuş, Ama kuşun sesi hiç çıkmıyormuş, Padişah:
- Bu kuş, çok güzel, ama niçin ötmüyor? diye merak ederken, veziri:
- Efendim, bu kuşun elbet bir sahibi vardır. Eğer, onu ulursak, kuş öter, demiş,
Padişah:
- İyide onu nerede buluruz? diye sormuş, Vezir:
- Efendim, fildişini bulan, onu da bulur, diye cevap vermiş.
Bunun üzerine padişah, hemen oğianı çağırtıp:
- Oğlum, bu kuşun sahibini bulmanı istiyorum! demiş. Oğlan:
- Padişahım, ben bu kuşu kırda yakaladım, Sahibinin im olduğunu bilmiyorum, demiş.
Padişah:
- Mutlaka bulacaksın! Yoksa seni öldürürüm! Haydi, ana kırk gün izin, demiş.
Oğlan, yine ağlayarak evine gelirken karga onu bulup:
- Neden ağlıyorsun? diye sormuş, Çocuk, olanları anlatınca karga:
- Ey şaşkın, bunun için ağlanır mı? Haydi, git padişah­tan bir gemi iste, ama geminin tayfaları kırk tane kızdan olacak, Geminin içine, güzel bir bahçe ve bir de hamam yaptırsın. Gemiyle gidip, kuşun sahibini bul, demiş,
Oğlan, padişaha gidip karganın dediği gibi bir ge­mi istemiş, Padişah, hemen oğlanın istediği gibi bir gemi yaptırıp ona vermiş, Oğlan, gemiye binmiş ve denizde ne tarafa gideceğini düşünüp duruyormuş.
Bizim karga, gelip imdadına yetişmiş:
- Gemiyi sağ tarafa çevir. Büyük bir dağ görünceye kadar git. Dağın yanına, gemiyi yanaştır. Bu kuşun sahi­bi, bir peridir. Her akşam, deniz kıyısında gezer. Sen onu görünce, hemen sandala bin ve yanına git, Geminin ne olduğunu bilmediği için, merak edip sana sorar. Gemi­yi görmek ister, Kızı alıp, gemiye getir. Bahçeyi, hamamı gezdirirken gemiyi yola çıkar, demiş.
Oğlan, gemiyle denize açılmış. Karganın dediği da­ğı görünce, gemiyi kıyıya yanaştırmış.
Aksam, periler:
-  Haydi, deniz kıyısına gidelim, deyince hepsi top­lanmışlar.
Kıyıda dolaşırken, denizdeki gemiyi görmüşler:
- A, bu nasıl bir şey? Nereden gelmiş? diye seyredip dururlarken, oğlan onları görmüş ve sandala binip yan­larına gitmiş,
Kız:
- Sen kimsin? Denizdeki şey nedir? diye sormuş. Oğlan:
- Denizdeki bir gemidir. Ben de onun kaptanıyım, di­ye cevap vermiş.
Kız, oğlana:
- Aman kaptan, beni gemi­ye götür! Nasıl bir şeydir göre­yim, demiş,
Oğlan, kızı sandala bindirip gemiye getirmiş. Kız, se­vinerek bahçeyi gezmiş ve hamama girmiş:
- Buraya kadar gelmiş­ken, şu hamamda yıkanayım, diyerek soyunmuş.
Kız yıkanırken, oğlan da gemiyi yola çıkarmış. Gemi giderken, kız hamam­dan çıkmış:
- Çok geç oldu. Ben geri döneyim, diyerek dışarı çı­kınca bakmış ki, gemi gidiyor.
-  Eyvah! Sen beni aldattın! Ben şimdi ne yapaca­ğım? diye ağlamaya başlamış.
Oğlan:
- Aman efendim, ben sizin için buraya geldim. Boş yere ağlamayın, demiş.
Neyse, sonunda padişahın şehrine dönmüşler. Top­lar atılıp, oğlanın geldiğini padişaha haber vermişler. Padişah, çok sevinmiş. Kız ve çocuk, saraya gelmişler, Padişah, kızı görür görmez âşık olmuş. Kızı gören kuş da başlamış ötmeye. Ötüşünü duyan herkes, kuşun sesine hayran olmuş. Padişah, kızla kırk gün kırk gece süren bir düğün ile evlenmiş, Kız bir gün, sancılanıp hastalanmış. Kızın, her zaman sancısı tutarmış. Bu hastalığının ilâcı, kı­zın daha önce yaşadığı yerdeymiş. Bu ilaç olmazsa, kı­zın sancısı geçmezmiş. Padişah, bunu duyunca hemen oğlanı çağırtıp:
-  Hemen kızı getirdiğin yere git! Onun bir ilâcı var­mış, onu alıp buraya getir! demiş,
Oğlan, mecburen yine gemiye binip yola çıkmış. Bi­zim karga gelip, oğlana:
- Nereye gidiyorsun? demiş. Oğlan:
- Sultan hanımın ilâcını almaya gidiyorum, diye ce­vap vermiş.
Karga:
- Haydi yolun açık olsun, Oraya vardığın zaman, bir saray göreceksin; bu onun sarayıdır. Ben sana bir tüy vereceğim. Saraya vardığın zaman, kapının önünde iki aslanla karşılaşacaksın. Sana verdiğim bu tüy ile aslan­lardan birinin ağzına vurursan, sana bir kötülük yapmaz­lar, diyerek oğlana bir tüy vermiş.
Oğlan, tüyü alıp yoluna devam etmiş ve oraya var­mış. Karşısına çıkan saray, çok güzelmiş, Böylesi padi­şahta bile yokmuş. Sarayın kapısına gelince, karganın verdiği tüyle aslanların ağzına vurarak içeri girmiş.
Saraydaki kızlar oğlanı görünce, neden geldiğini hemen anlamışlar:
-  Aman delikanlı, yoksa sultanımız öldü mü? diye sormuşlar.
Oğlan:
- Yok, ölmedi, ama hastalandı. Onun bir ilâcı var­mış, onu almaya geldim, demiş.
Kızlar, bir şişenin içindeki ilâcı hemen oğlana vermişler, Dğlan, tekrar gemiye binip, padişahın yanına dönmüş. Saraya girerken, karga da oğlanın omzuna konmuş, Birlikte îaraya girmişler ve padişahın huzuruna çıkmışlar,
Kız, ölü gibi yatıyormuş. İlâcı verir vermez, kız gözünü sçmış. Oğlanın omzundaki kargayı görünce:
- Hey gidi soysuz hey! En sonunda beni buralara düşürdün! Bu oğlanın katlanmadığı sıkıntı kalmadı. Sen hiç jtanmaz mısın? diye bağırıp çağırmaya başlayınca, padişah:
- Aman sultanım, ne oluyor size? diye sormuş, Kız:
- Padişahım, bu karga benim hizmetçimdir. Bir gün, beni çok kızdırdı. Ben de onu karga yapıp, serbest bı­raktım, O da bana, bu oyunu oynadı. Ben bir kötülük görmedim, ama onun yüzünden bu delikanlının çekme­diği kalmadı, dedikten sonra kargayı tekrar insana dön­dürmüş.
Karga, bir iki silkinip çok güzel bir kız olmuş. Kız, hiz­metçisini affetmiş ve padişaha:
-  Padişahım, bu oğlanı evlât edin ve bu kızı da onunla evlendir, demiş. Padişah, güzel eşinin isteğini ye­rine getirmiş. Oğlanı, kendi evlâdı gibi görmüş ve kız ile evlendirerek, kırk gün kırk gece süren güzel bir düğün yapmış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine,

CİĞERİ KAPAN ÇAYLAK


Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur sa­man içinde, develer tellal, pireler berber iken, Biz pata­tes çocukları, lahana tarlasında soğan kardeşlerle kav­ga eder iken, domates, patlıcan, biber bizi ayırmış.
Turp lafa karışmıştı ki, işte o sırada bir kadın kızına bir­kaç kuruş verip:
- Git bana çarşıdan bir ciğer al. Sonra da gölde yı­kayıp, bana getir, demiş,
Kız, gidip ciğeri almış. Gölün kenarına gelip, yıkamış. ram o sırada bir çaylak, ciğeri kaptığı gibi kaçmış. Kız, çaylağın arkasından:
- Çaylak! Ciğerimi geri ver! Yoksa annem beni do­zer! diye bağırmış,
Çaylak da:
- Bana arpa getirirsen, ben de sana ciğerini veririm, demiş.
Kız, hemen tarlaya koşmuş:
- Tarla, bana arpa ver. Arpayı çaylağa vereyim. Çaylak, bana ciğerimi versin de anama götüreyim, demiş.
Tarla:
- Allah'a dua et de biraz yağmur versin. Ben de sa­cı arpa vereyim, demiş.
Kız, diz çöküp:
- Allah'ım bana yağmur ver, ben tarlaya vereyim. ırla bana arpa versin, ben de çayiağa götüreyim. aylak ciğerimi geri versin, Ben de anama götüreyim, ye dua etmiş.
Oradan gecen birisi, kızın yanına yaklaşıp ona: -Tutsüsüz dua olmaz, Aktardan tütsü alıp yak da öyle dua et, demiş. Kız, aktara gidip:
- Aktar, bana tütsü ver. Tanrı'ya dua etmek için, ya­kayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, demiş.
Aktar:
- Sen bana bir kundura getir, ben de sana tütsü ve­reyim, demiş.
Kız, kunduracıya gitmiş:
- Kunduracı, bana kundura ver, aktara vereyim, Ak­tar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya dua etmek için ya­kayım, Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim, Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, diyerek kunduracıdan kundura istemiş.
Kunduracı da:
- Sen bana öküz derisi getir, ben de sana kundura vereyim, diyerek onu göndermiş.
Kız, kalkıp bir dericiye gitmiş:
-  Derici, bana deri ver, ben kunduracıya vereyim. Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya dua etmek için ya­kayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim.
Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, diyerek dericiden deri istemiş.
Derici:
- Sen bana öküz postu getir, ben de sana deri vereyim, demiş.
Kız, bir öküze gidip:
- Öküz, bana post l|ver, ben dericiye vereyim. Derici, bana deri versin, ben kundura­cıya vereyim. Kunduracı bana kun­dura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tann'ya dua etmek için yakayım, Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben paylağa vereyim. Çaylak bana ciğerimi versin, anama götüreyim, diyerek öküzden post istemiş.
Öküz:
- Sen bana saman getir, ben de sana post vereyim, demiş.
Kız, doğruca öküzün sahibine gidip:
- Sen bana saman ver, ben öküze vereyim. Öküz bana post versin, ben dericiye vereyim, Derici bana deri ver­in, ben kunduracıya vereyim, Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya yakayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, di­yerek öküzün sahibinden saman istemiş,
Öküzün sahibi:
- Sen bana bir öpücük ver, ben de sana saman ve­reyim, demiş.
Kız:
- Aman, bîr öpücük vereyim de şu gürültüden kurtu­layım! demiş ve öküzün sahibine bir öpücük verip bir çu­val saman almış. Samanı öküze verip, postu almış. Pos­tu dericiye verip, deri almış. Deriyi kunduracıya verip, kundura almış. Kundurayı aktara verip, tütsü almış. Tüt­süyü yakıp, Tanrı'ya dua etmiş. Yağmur yağıp, tarlaya dökülmüş. Tarlada arpa yetişmiş, kız, arpayı alıp çayla­ğa serpmiş. Ciğeri alıp, anasına götürmüş. Anası da ci­ğeri pişirip bir güzel yemiş.
Kırk oktan, kırk saptan, yakası karpuz kabuğundan; düğmesi turptan, atlar yarışmış, taylara karışmış,
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine,


DİLRÜKÜŞ HANIM

 


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer  iken, pireler berber iken. Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Devler, cüceler, padişahlar, şeh-za deler, krallar, prensler, prensesler, bir çalgı bir kıya­met. Herkes Tanrıya emanet, ülkelerden birinde yaşa­yan üç yoksul kız kardeş varmış. Üç kardeş, her gece sa­baha kadar dikiş diker, nakış işler, pamuk bükermiş. Seri bah içlerinden biri, bunları götürüp pazarda satarmış.
Padişah bir gün, üç gün boyunca geceleri ışık yakıl-mamasını, her kim yakarsa şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı­nı duyurmuş. Bu emrini tellâllar aracılığıyla, bütün ülkeye du­yurmuş.
Zavallı kız kardeşler, bu duyuru   karşısında   şaşırıp kalmışlar. Eğer, gece çalış­mazlarsa pazarda satacak bir şeyleri olmaz ve aç kalırlarmış. Çaresiz, pencerelere kalın perdeler takıp titrek bir mum ışığı altında çalışmaları­na devam etmişler.
Bu yasağın üçüncü gecesi,
padişah yanına iki adamını almış ve emrinin dinlenip dinlenmediğini kontrole çıkmış, Şehirde dolaşırken, kızla­rın evinin önünden geçiyormuş. O sırada kızlar, gene tit­rek bir mum ışığı altında dikiş dikip, nakış yapıp, pamuk büküyorlarmış. Aksilik bu ya, perdelerden biri hafifçe aralıkmış. Padişah, mum ışığını görünce küplere binmiş. Ama, yanındakiler:
- Padişahım, acele etmeyelim, Bakalım, sizin buyru­ğunuzu dinlemeyenler kimlermiş, demişler.
Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Pencerenin altına yaklaşarak evi dinlemeye başlamışlar.
Kızlar, her şeyden habersiz hem işliyor, hem de ara­larında dertleşiyorlarmış. Büyükleri:
- Ah, ne olurdu sanki. Padişahın aşçısı ile evlensem de bol bol yemek yesem, demiş.
Ortanca:
- Ben de terzisi ile evlensem de her gün, yeni yeni el­biseler giysem, demiş.
En küçüğü:
-  Ben, padişah ile evlenecek olsaydım, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen çocuklar doğu­rurdum, demiş.
Padişah, bunda bir hayır var, diye düşünmüş, Ertesi 9ün, üç kız kardeşi sarayına çağırtmış, Büyük kız aşçı ile, ortanca terzi ile ve küçük kız da padişah ile kırk gün, kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Büyük kız istediği yemeklere, ortanca elbiselere ve zamanı gelince küçük kız da nur topu gibi bir oğlan, bir de kız çocuğa kavuş­muş. Ablaları, doğan çocukların gerçekten gülünce güller açtığını, ağlayınca ortalığa inciler saçtığını görün­ce, onu hem kıskanmış, hem de rahatları bozulur diye : korkmuşlar, Saray ebesinin avucuna paralar dökerek:


- Ne yaparsan yap, ama bu iki çocuğu yok et! Perili midir, cinli midir, nedir? Hepimizin başına bir dert ge-tirmesinler, demiş,
Ebe:
- Siz merak etmeyin, ben bu işin çaresine bakarım, demiş,
Ebe, padişahın iki bebeğini, iki tane köpek yavrusuyla değiştirmiş, Çocukları, şehir dışında, bir bahçeye bırakmış, Padişah, karısının iki köpek yavrusu doğurduğu­nu duyunca, hiddetinden küplere binmiş, Zavallı kadını şehrin orta yerinde yarı beline kadar toprağa gömdüre­rek cezalandırmış. Kadıncağız, ne olduğunu anlama­dan ağlar dururmuş.
Biz, gelelim zavallı iki bebeğe. Hain ebenin, bebek­leri bıraktığı yer, yoksul bir bahçıvanın bahçesiymiş. Bahçıvan, çiçek yetiştirerek hayatını kazanıyormuş. Adam, bahçede gezerken bir kutunun içinde iki bebek bulunca:
- O kadar istedik, çocuğumuz olmadı! Herhalde bu iki bebeği, bize yüce Tanrı gönderdi, demiş.
Yoksul bahçıvan, kızla oğlanı aldığı gibi, sevinçle ku­lübesine koşmuş. Bahçıvanın karısı, bir göğsünü kıza, bir göğsünü oğlana vermiş, Allah tarafından kadına süt
gelmiş, İki bebek başlamışlar şapur şupur kadıncağızın memelerini emip, karınlarını doyurmaya.
Aradan çok geçmemiş, oğlan gülmüş etrafta güller açmış. Kız, ağlamış her gözyaşı birer inci tanesi olup or­talığa yayılmış.
Bahçıvan ve karısı: Tanrı'ya şükürler olsun! Hem iki evlât sahibi, hem de zengin olduk, diye sevinmişler.
Bahçıvan, mevsimi olmadığı halde açan rengârenk gülleri sepetine doldurduğu gibi padişahın sarayına götürmüş. Padişah,  mevsimsiz yetiştirirlen gülleri görünce çok şaşırmış, Hepsini salın alarak,  saray    halkına    dağıtmış. Bahçıvana:                    
-  Bu gülleri böyle mevsırrtsiz yetiştirmeyi  nasıl  başardin? diye sormuş.
Bahçıvan, çocuklardan hiç bahsetmeden:
-  Uğraştım, didindim, Tanrının izniyle başardım sulta­nım, demiş.
Ama, kentin orta yerinde yarı beline kadar gömülü  ablaları, her şeyi anlamışlar,
Ebeyi çağırıp:
- Bu güller, o çocukların işi. Hani sen onları kuş uç­maz, kervan geçmez, ıssız bir yere bırakmıştın! Demek ki yaşıyorlar! Ne yap, ne et nerede olduklarını öğren! Yok­sa her şey ortaya çıkacak! demişler.
Ebe, telâş ve korku içinde çocukları bıraktığı bahçe­ye koşmuş. Bir de bakmış ki bahçıvanın karısı biri oğlan, öteki kız iki çocuğu emziriyor, Yanına yaklaşıp:
- Maşallah kızım, bu çocuklar ne kadar da gürbüz, demiş. Bahçıvanın karısı, saf saf:
- Anacığım, yıllarca Tann'ya bir çocuğum olsun diye yalvardım, yakardım olmadı.
Ama, bir gün kocam bahçenin yanında, derenin kenarında bir kutu içinde bunları buldu.
Çocukları kutudan alıp, göbeklerini kestim. Göğüs­lerime süt geldi, emzirdim. Kundaklayıp uyuttum. O gün bugündür büyütüyorum, demiş.
Ebe:
- Evlâdım, duyduğuma göre, oğlan güldüğü zaman bahçede güller açıyor, kız ağlayınca ortalığa inciler saçılıyormuş. Hattâ, kocan bu güllerden saraya getirerek padişaha sattı, demiş.
Kadın, gene saf saf kötü yürekli ebeyi doğrulamış:
- Evet, nineciğim. Dediklerin doğrudur.
Ebe, etrafına kuşkulu gözlerle baktıktan sonra bahcıvanın karısına iyice yaklaşıp:
- Bak evlâdım, sana bir sır vereyim. Bu çocuklar bü­yülüdür. Eğer, peri padişahı onların sizin elinizde olduğu­nu öğrenirse senin de kocanın da başına ummadığınız kötülükler gelebilir Hayatınızdan bile olursunuz. Onun için, ne yapıp yapıp bu çocukları başınızdan defedin, demiş.
Ebenin anlattıklarından korkan kadın, akşam koca­sına olanı biteni anlatmış, Adam da, çok korkmuş. Dü­şünmüş, taşınmış en sonunda çocukları alarak uzaktaki bir mağaraya bırakmış. Ağlaya sızlaya evine dönmüş.
Çocuklar, hiçbir şeyden habersiz mağarada aksamı etmişler. Akşam, karanlık çökmeden mağaraya iki yav­rusuyla birlikte bir dişi geyik gelmiş. İki insan yavrusunu görünce pek hoşuna gitmiş ve kendi yavrularıyla birlikte onları da emzirmeye başlamış.
Masallarda zaman çok çabuk geçer. Çocuklar, ge­yiğin sütünü eme eme sekizer yaşlarına gelmişler. O vak­te kadar kız ağladıkça ortalığa dökülen inciler, mağara­nın yarısını doldurmuş. Oğlan güldükçe açan güller, mağaranın etrafını cennete çevirmiş. O zamana kadar hiç insan görmedikleri için, çocuklar konuşmayı öğrenememişler. Birbirleri ile el kol işaretleriyle anlaşmışlar. Günler­den bir gün, mağaralarının dışında da bir dünya olabileceğini düşünmüşler. Oğlan, bir gün geyiğin gittiği yolu izleyerek şehrin yolunu öğrenmiş. Şehre inince kurulan
pazarları, alışveriş yapan, konuşan insanları görmüş. Dil; bilmediği için, hiçbir şey anlamamış. Kuyumcunun camından bakarken, incilere karşılık yiyecek içecek verili diğini öğrenmiş. Hemen bir inci verip, kendisi ve kardeşi için giyecek, yiyecek almış. Mağaraya dönmüş ve iki j kardeş elbiseleri giyinip, yiyecekleri güle oynaya yemiş­ler. Çocuk, kardeşine kentte öğrenebildiği dili öğretme­ye başlamış.
Ertesi gün oğlan, yanına birkaç inci alıp düşmüş şe­hir yoluna, Pazara giderek yiyecek ve giyecek bir şeyler alıp, dönmüş mağaraya. Günler bu şekilde birbirini ko1valaya dursun, oğlan da kız da konuşmayı öğrenmişler. Oğlan, şehirde kendisine bir çok arkadaş edinmiş. Onlar gibi ata binmeyi, avlanmayı öğrenmiş. On dört yaşına j gelince usta bir avcı olmuş.
Bir gün oğlan ormanda avlanırken, padişah onu görmüş.
Yanındakilere:
- Ne güzel bir çocuk! Hemen kim olduğunu öğrenin! demiş.
Uşaklardan biri, hemen çocuğun yanına yaklaşıp:
- Beyim, maşallah ne kadar çok hayvan avlamışsı­nız? diye, söze başlamak istemiş,
Oğlan:
-Tanrı'nın yarattığı çok, Avlanmak için size de yeter, bana da! Deyip atıyla oradan uzaklaşmış,
Padişah, saraya dönmüş. Çocuğa olan tutkusun­dan, padişahı ateşler basmış, Hastalanıp yataklara düş­müş, Hekim başına:
-  Avda gördüğüm ço­cuk yüzünden beni ateşler bastı, yataklara düş­tüm, demiş.
Padişahın bu sö­zü, kötü kalpli iki kız kardeşin kulaklarına gitmiş. Hemen ebeyi çağırtıp:
-  Padişahın hastalanmasına     sebep olan, olsa olsa kendi oğludur. Hemen onu ve kız kardeşini bulup ortadan kaldır, Yoksa her şey anlaşılır ve pa­dişah üçümüzün de kellesini uçurur! demişler.
Ebe:
- Ama, nasıl olur! Bahçıvan, onları ıssız bir mağaraya bırakmıştı. Aradan bunca yıl geçti. Açlıktan şimdiye ka­dar çoktan ölmüş olmaları gerekir, Ama, gene de gidip bakayım, demiş.
Ebe, mağaranın yolunu tutmuş. Mağaraya gelince güller ve inciler arasında oturan kızı görmüş.
Kız:
- Hoş geldin nineciğim! diye, ebeyi karşılamış. Ebe:
- Ah kızım, dağ başındaki bu mağarada tek başına mı yaşıyorsun?
- Hayır, nineciğim. Bir de erkek kardeşim var.
- Gündüz burada canın sıkılmıyor mu?
-  Hayır, niçin sıkılacakmış? Burada kendi kendime eğleniyorum,
- Peki, kardeşin seni çok sever mi?
- Sevmez oiur mu? Kardeşim tabii!
-  Öyleyse sana bir şey söyleyeyim, Akşam, erkek kardeşin gelince avaz avaz ağla. O, sana ne olduğunu sorduğu zaman, nazlan ve daha çok ağla. Tabii senin üstüne düşecek, gene ne olduğunu, niçin ağladığını so­racaktır, O zaman, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini iste­rim, diye tuttur. Dünyada ondan eğlenceli şey yoktur, demiş.
Kız:
- Peki nineciğim, demiş, Doğrusu Dil Rüküş Hanımın dikenini çok merak ettim.
Kötü kalpli ebe, mağaradan uzaklaşmış, Akşam, av­dan dönen çocuk bir de bakmış ki kız kardeşi, iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ne olduğunu, niçin ağladığını sorduysa da, kız cevap vermemiş.
Durmadan ağlıyormuş, Oğlan, kardeşine yalvararak:
- Ne istersen yapacağım, ne dilerse yerine getirece­ğim! Ne olur, ağlama, diye yalvarmış.
Kız:
- Kardeşim, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini istiyorum.
Eğer, onu bulup getirmezsen ağlaya ağlaya kendi­mi öldürürüm, demiş.
Çocuk, şaşırmış:
-  Kardeşim, benden hiç bilmediğim, duymadığım bir şey istedin, Ama, madem ki bu kadar çok istiyorsun, elimden geleni yaparım. Dünyanın öbür ucunda da ol­sa Dil Rüküş Hanımın dikenini bulup, sana getireceğim, demiş,
Çocuk, sabah erkenden şehre gitmiş, Güzel silâhlar ve güçlü bir at satın almış. Atın heybesini, yiyecek ve içeceklerle doldurmuş, Mağaraya dönüp, yiyeceklerin yarısını kız kardeşine bırakmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini bulmak için, düşmüş yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş, Gide gide bir peri padişahının, ülkesine ulaşmış. Bu üikede, karşısına kuş açmaz kervan geçmez, yı­lan bağırsağını sürmez çok tehlikeli yerler çıkmış. Amal kız kardeşine söz verdiği için, bütün engelleri teker teker aşmış, En sonunda yol, iz olmayan bir ovada bulmuş I kendisini. Ovanın ortasında çok güzel, kocaman bir sa ray varmış. Sarayın önünde de kocaman bir dev yatn yormuş.
Çocuk, atını sürüp hemen devin yanına yaklaşmış. Atından atlayarak devin ellerini öpmüş:
- Dünya ahret benim anam ol! demiş.
Bu sözler ve oğlanın kibar davranışı devin çok hoşu-? na gitmiş:
- Ben, seni yerdim ama, benim elimi öptün, Sen d benim dünya ahret oğlum ol. Söyle bakalım, derdin njj dir? Buralara kadar niçin geldin?
Çocuk, hikâyesini anlatmış. Dil Rüküş Hanımın dikeni­ni bulması için, devden yardım istemiş.
Dev:
-  Oğlum, ben ülkemin sınırlarını korumakla görevli- | yim. O söylediğini hiç duymadım. Akşam, çocuklarım gelince onlara sorarım, Eğer, onlar da biliniyorlarsa seni | ortanca kardeşimin yanına gönderirim demiş. Sonra öl çocuğa bir tokat atıp, onu bir lokma haline getirmiş ve | dişinin kovuğuna saklamış.
Akşam, gök gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar ara­sında devin çocukları çıkıp gelmişler. Gelir gelmez de:
- Anacığım, insan kokusu alıyoruz! diye homurdan­maya başlamışlar.
Dev:
- Hadi canım! Sizin korkunuzdan buralara hiç insan gelir mi? Kim bilir akşama kadar ne kadar kurdun, kuşun kanına girdiniz? Dişlerinizin arasını yoklayın hele! demiş.
Kocaman sopalarla dişlerini karıştırmışlar. Birinin ağzın­dan bir hayvan kellesi, birininkinden budu fırlamış.
Dev, sormuş:
-  Bakın evlâtlarım! Eğer bir insan gelip benim elimi öpse, ben de onu dünya ahret evlâtlığa kabul etsem, sizler ne yapardınız?
Çocukları:
- Onu, dünya ahret kardeşimiz diye bağrımıza ba­sardık! diye cevap vermişler.
Bu cevap üzerine dev, dişinin kovuğuna sakladığı Çocuğu çıkartmış. Bir tokatla onu insan şekline sokmuş.
Çocuk, devin oğullarını karşısında görünce korkmuş. Ama, onlar bu sevimli ve güzel çocuğa çok iyi davran­mışlar, Kardeşleri olarak kabul etmişler, Çocuk, onlara da Dil Rüküş Hanımın dikenini sormuş, Aksilik bu ya, onlar da tanımıyorlarmış dil rüküşü. Dev, oğulları ile birlikte çocuğu ablasına yollamış.
Ablası, oğlanın derdini dinledikten sonra şöyle demiş:
- Oğlum, dil rüküşü sana kim öğretti? O, yüz bin büyü yapılarak saklan­mış, yüz binlerce kişinin ölümüne sebep     olmuş büyük bir hazi­nedir. Dil rükü­şü ele geçirip, dikenini  almana imkan  yok! Boşu boşuna ca­nından olma, demiş.
Ama, çocuk o kadar yalvarmış, o kadar yakarmış ki, dev dayanamayıp:
- Peki oğlum, demiş. Benim evimin önünden geçen yoldan yürü. Karşına kör bir kuyu, ondan sonra da bir or­manlık çıkar. Ormanda, avlanıp canlı canlı birkaç kuş ya­kala. Kuyunun başına dönüp, kuşları buradan içeriye at.
Kuyuya doğru eğilerek:
"Anahtarı verin!" diye bağır. Kuyudan sana bir anah­tar atılır, Anahtarı al ve günbatısına doğru ilerle. Karşına kocaman bir mağara çıkar. Hemen içeri gir, Sağ elinle, birden bire saldırarak eline ne geçerse al. Ve arkana bakmadan geriye dön. Anahtarı kuyuya at, Eğer, arka­na bakarsan işin biter. İşte, sana söyleyeceklerim bu ka­dar, Tanrı, yardımcın olsun!
Çocuk, deve teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Devin söylediği gibi, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış, sağ eliyle eline ne geçirdiyse kaparak arkasına bakma­dan kör kuyuya dönüp anahtarı içeri atmış. Ve atını dizginleyerek, altı ay bir güz koşturup kendi mağarasına ulaşmış, Bir de ne görsün? Mağaranın ağzında koca­man bir diken varmış, Dikenin her dalında ayrı renkte, ayrı biçimde öten yüzlerce kuş. Bir eğlence, bir neşe ki sözle anlatılamaz. Oğlan, çektiği onca eziyeti bir anda unutmuş.
Kız kardeşi de bunca eziyete katlanıp kendisine Dil Rüküş Hanımın dikenini armağan ettiği için, çocuğun boynuna sarılıp;
- Benim canım kardeşim! diye ona teşekkür etmiş,
Kız, mağaradaki günlerini Dil Rüküş Hanımın dikeni sayesinde eğlenerek geçire dursun, günlerden bir gün oğlan, ormanda avlanmaya çıkmış. Padişah ile karşılaş­mış. Çocuk, padişahı gene cin çarpar gibi çarpmış. Ta­lihsiz baba, yataklara düşmüş.
Kötü kalpli kızlar, padişahın aynı çocuk yüzünden ikinci defa hastalandığını duyunca korkuya kapılarak ebeyi çağırtmışlar.
Ebe, gene mağaranın yolunu tutmuş, Bakmış ki kız, Dil Rüküş Hanımın dikeninde şakır şakır öten kuşları dinle­yerek eğleniyor, hemen yanına yaklaşmış. Kız, onu tanı­yıp davet etmiş, ikramda bulunmuş,
Ebe:
-  Kızım, Dil Rüküş Hanımın dikeni de bir şey mi. Sen kardeşinden esas. Dil Rüküş Hanımın aynasını iste, O öy­lesine sihirli bir aynadır ki, ona baktığın zaman neyi, her kimi istersen görürsün, demiş,
Kız, yine bir ağlamadır tutturarak akşama kadar ma­ğaranın içini incilerle doldurmuş. Akşam olup kardeşi gelince, dil rüküşün aynasını istemiş. Eğer getirmezse, ağlaya ağlaya kendisini öldüreceğini söylemiş.
Çocuk, Dil Rüküş Hanımın dikenini nasıl getirdiyse, aynasını da aynı yolla getirmiş. İki kardeş, gerçekten de aynaya bakarak ne ister, kimi dilerlerse görebiliyorlar-mış, Kız, diken ve ayna ile eğlene dursun oğlan bir gün avda gene padişah ile karşılaşmış. Padişah, evlâdı oldu­ğunu bilmediği bu çocuk yüzünden hastalanarak ya­taklara düşmüş. Kötü kardeşler, ebeyi çağırıp durumu anlatmış ve:
- Bu çocuğu ortadan kaldırmazsan ne sana, ne de bize rahat yok! demişler.
Ebe, mağaraya giderek kıza, kardeşinden Dil Rüküş Hanımı istemesini öğütlemiş.
Kız, akşam olunca ağlaya sızlaya kardeşine:
- İle de Dil Rüküş Hanımı isterim! diye tutturmuş. Ço­cuk, bunun imkânsız olduğunu anlatmak istemişse de, kız ağlamasını kesmemiş, Çocuk, çaresiz Dil Rüküş Hanı­mı getirmek için yollara düşmüş. Doğruca büyük Devin yanına gidip, her şeyi anlatmış; yalvarmış, yakarmış.
Dev:
-  Oğlum, bunu başarmak çok güç. Ama, madem bu kadar istiyorsun anlatayım:
Kuyudan anahtarı alıp mağaranın kapısını açar ve içeri girersin. Önüne düz ve karanlık bir yol çıkar. Arkana bakmadan ilerlersin, Bir hayli gittikten sonra, aydınlığa çıkarsın. Bir servilikte taş kesilmiş yüzlerce insan karşına çıkar. Onlar, Dil Rüküş Hanımı almaya çalışırken taş kesi­lenler. Sakın onlara bakma ve ilerle. Dil Rüküş'ün sarayı­nı görür görmez, "Dil Rüküş" diye bağırırsın. Ondan sonra ne olacağını bilemem. Şansın açık olsun, oğlum, demiş,
Oğlan, deve teşekkür ettikten sonra doğruca kuyu­ya gitmiş, Anahtarı almış ve mağaranın kapısını açmış. Karanlık bir yolda ilerlemiş. Selviliğe gelmiş ve taş kesilen insanları görmüş, Dil rüküşün sarayını görür görmez "Dil Rüküş!" diye bağırmış.
Dizlerine kadar taş kesilmiş. Bir kere daha "Dil Rüküş" diye bağırmış.
Göbeğine kadar taş kesilmiş. Gene bağırmış "D:l Rü­küş!"
Bu sefer, boğazına kadar taş kesilmiş. Son bir gayretle
Rüküş!" diye bağırınca tepesine kadar taş olmak ereyken Dil Rüküş, sarayından dışarı fırlamış. Elindeki tasla bahçedeki havuzdan su almış. Suyu serper serpmez çocuk, taş kesilmekten kurtulmuş.
-   Ne istiyor­sun? diye çıkışmış. Bir kere geldin di­kenimi aldın! İkinci­sinde gelip aynamı da aldın! Bunlar da yetmedi, gene gel
Ah, sen o suçsuz annene dua et! Yoksa, taş olur gi-iin. Şimdi ne istiyorsun? Söyle bakalım! pocuk, hiç çekinmeden:
Seni istiyorum, demiş. Alıp götüreceğim, Rüküş, bu cesur çocuğa o anda gönlünü kaptı.
Şimdi, beni iyi dinle. Ben, gidip saraydan bohçamı jheylânımı alıp buraya geleceğim. Kaçtığımız anla-nlaşılmaz, sarayda kızılca kıyamet kopar. Sen, sakın ip arkana bakma, demiş.
Oğlan:
-  Yalnız, taş kesilen adamları canlandırmanı istiyo­rum, demiş.
Dil Rüküş Hanım, çocuğun bu isteğini kabul etmiş, Saraydan öte berisini, bohçasını ve küheylânını alıp gel­miş. Aceleyle taş heykellerin üstüne altın taşla su döküp, hepsini diriltmiş. Küheylâna atladıkları gibi, çıkmışlar yo­la. Kaçtıkları anlaşılınca, sarayda kıyamet kopmuş! Kop­muş ama, hiç arkalarına bakmadıkları için onlara hiçbir şey olmamış. Doğru mağaraya gelmişler. Kız kardeşi, onları karşılamış; öpüşüp, koklaşmışlar.
Üçü birlikte, mağarada neşe içinde yaşıyorlarmış. Çocuklar, anne babalarının kim olduğunu bilmiyormuş, Dil Rüküş Hanım, peri padişahının kızıymış.
Dil Rüküş Hanım, bir gece çocuğa:
- Yarın ava git. Padişah, seni görecek ve sarayına çağıracak. Mutlaka bu daveti kabul et, Ancak, davete bahçelerin arasından bir alayla gitmek istediğini söyle, demiş.
Çocuk, ertesi gün aya gitmiş. Dil Rüküş Hanımın söy­ledikleri olmuş, Çocuk, padişahın davetini, bir şartla ka­bul etmiş.
Çocuğun saraya gideceği gün, üçü de erkenden kalkmışlar. Kahvaltıdan sonra dil rüküş, ellerini çırparak:
- Of, lala gel, demiş.
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kara derili bir belirmiş. Dil Rüküş Hanıma:
- Emret sultanım! demiş. Dil Rüküş:
- Çabuk git ve babamın küheylânlarından birini gelemiş.
Dev, birkaç dakika sonra yanında gösterişli bir ku­lanla mağaranın kapısında belirmiş.
Dil Rüküş, çocuğu küheylâna bindirip bahçelerin ara-yollamış. Çocuk, bir de ne görsün, bir alay insan onu liyor. Küheylânın gösterişi, çocuğun mücevherlerle j elbiseleri herkesin gözlerini kamaştırmış. Çocuk, etra-akilere selâm vererek saraya doğru ilerlemiş,
Sarayda da aynı şekilde büyük törenlerle karşılan-Şerefine, büyük şölenler verilmiş; oyunlar oynanmış, ı bu sırada, küheylân üç kere kişnemiş. Dil Rüküş'ün, eden tembih ettiği gibi, çocuk padişahtan müsa-' istemiş. Üç gün sonra, padişahın mağaraya gelmestemiş ve saraydan ayrılmış.
Rüküş, padişahın kendilerini ziyaret edeceği gün nden kalkmış.
.alasından, çocukların anasını gömüldüğü yerden rtıp, mağaraya getirmesini istemiş,
Zavallı kadını, sihirli ilâçlarla çok kısa bir zaman için-sski durumuna getirmiş. Güzel elbiseler ve mücev-srle donatmış. Ama ne anaları çocuklarını, ne de çocuklar analarını tanıyorlarmış.

Padişah, ziyaret günü adamlarıyla mağaraya gi­dince şaşkınlıktan dona kalmış, Çünkü, mağa­ranın yerinde pencereleri altın çerçeveli, pı­rıl pırıl muazzam bir saray duruyormuş. Ka­labalık bir çalgıcı takımı, padişahı karşılamış. Tören bitip, ziyafet sofrasına otu-rulmuş. Dil Rüküş, padişaha başından sonuna kadar her şeyi anlatmış. Ger­çeği öğrenen padişah, pişmanlık için­de gözyaşfarına boğulmuş, Böylece, padişah suçsuz eşine, zavallı kadın çocuklarına, çocuklar da  analarına ve babalarına kavuşup bayram etmiş­ler. Padişah, eşinin kız kardeşlerini ve ebeyi öldürerek cezalandırmak istemiş. Ama, iyi kalpli eşi buna engel ol­muş, Dil rüküş ve çocuk, evlenmişler. Hep birlikte, hayat­larının sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)