-O nasıl laf öyle ey Cündeb? Sözünü geri al! İlahlarımıza asla hakaret edemezsin! Yoksa sen de biz de onların gazabına uğrarız. Çabuk pişmanlığını dile getir.
- ......?!
-Olmaz! Söyleyen kim olursa olsun! Biz, putlarımıza hakaret ettirmeyiz. "Batıl" dediğin ibadet, atalarımızdan bize tevarüs etti... bu patlara onlar taptılar; gözümüzü açtık bunu gördük; biz de tapıyoruz. Sen şimdi hangi cesaretle ilahlarımıza saldırıyorsun?
Cündeb bin Cünabe, sevgililer sevglisi; can sevgili aziz Peygamberimizin yüksek huzurlarında İslamla şereflendikten sonra alemlerin efendisinin talimatı ile kavmini hidayete kavuşturmak için Gıfar kabilesine dönmüş ve şimdi onları toplanmış olarak en son dini ve onun itikadını bildiriyor ve çığırından çıkmış şu insanları sonsuz saadete davet ediyordu; Kitlenin taşkınlığını Gıfar kabilesi'nin reisi Haffaf yatıştırdı:
-Susun!!! Susun! Önce anlatacaklarını anlatsın. Sonra hükmümüzü veririz. Buyur ya Cündeb!
-... daha müslüman değildim. Bir gün Nuhem adlı putun içmesi için bir tas süt götürüp önüne koydum. Az ayrılıp geriye baktığımda manzara çok çarpıcıydı... bir köpek, sütün tamamını içtikden sonra bacağını kaldırıp Nuhem'i iyi bir ıslattı.
Bu nasıl ilah ki, karnı acıkıyor ve ancak kulların yardımı ile doyabiliyor? Bu nasıl ilah ki, bir köpekten bile sakınamıyor? Sizin tanrı bildiğiniz aslında bir heykelden başka bir şey değil! Aklı olan kendi eliyle yaptığına tapar mı?
Sözler, şimşek gibi çakıyordu. O az önceki kaynayan cemaat yavaş yavaş durulmuş ve son cümleleri, başları önlerinde dinlemişlerdi. Suç üstü yakalanmış insanlara benziyorlar...
Biri sordu:
-İyi de senin Peygamberin nediyor; neden bahsediyor?
-O mu? O, dünya durdukça eskimeyecek, devre geçmeyecek ve her zaman ve her mekanda kıymetini koruyacak olan cihan şümul ve çağlar üstü şeyleri bildiriyor.
Allah birdir... doğmamıştır, doğurmamıştır, yemez içmez ve ölmez. Allah, herşeyin haliki ve sahibidir. Benim Peygamberim, rengi, ırkı, mesleği, serveti, şeceresi ne olursa olsun bütün insanları işte bu Allah'a kulluk etmeye davet ediyor. benim Peygamberim, insanları iyilik yapmaya, zinadan kaçmaya, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten vazgeçmeye, köle, yetim ve fakirlerin hukukuna riayet etmeye ve şurada sayamayacağım daha nice güzelliğe çağırıyor... O, Resul olmadan önce de milleti nezdinde Muhammed'ül Emin olarak şöhret bulmuştur. Emirdir ve doğrudur. Bütün ilahi kitaplar, bütün Peygamberler, O'nun son nebi olarak kainatı şereflendireceğini haber verdiler. Size atalardan da kalsa bozuk bir dini terkederek son ve en üstün din olan İslamiyeti kabule gelin diyorum...
Kısa bir essizlik oldu. Sadece uçuşan kuşlar ve koşuşan hayvanlar duyuluyordu.
Kim bu Cündeb? Veya tam ismi ile Cündeb bin Cünabe? Cündeb, Sevgili Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem müslüman olduktan sonra kendisine "Ebu Zer" künyesini verdikleri büyük sahabi Ebu Zer GIfari radıyallahü anh...
Gıfarlar, Mekke kervanının yolu zerindeki bir yeri yurt ednmiş, gelip geçen ticaret kervanlarını, insanları yağmalayan, ellerinde avuçlarında ne varsa alan putperest ve şerli bir dağlı kabile...
Cündeb, iri-yarı, güçlü-kuvvetli bir Gıfarlı. Cesur ve atılgan biri.
Gücü-kuvveti ve cesareti ile kabilenin en namlı yiğidi... işte bu yiğit adam, hilkatindeki saffet sebebi ile düşüne düşüne, yapılan şu soygun ve çapulculuktan da, ilah zannedilen şu heykellerden de içten içe soğuyarak nefrete başladı. Ve uzlete çekildi. Cündebe göre yaratıcı tek olmalıydı. O yüzden sık sık "Lailahe illahllah diye bir cümleyi terarlıyor. Bu münzevi hayatı üç sene sürdü... Allah'a götürecek rehberi arıyor.
O'nu böyle her şeyden habersiz olarak Allah'tan başka ilah yoktur" dediği günlerde Efendimiz'e de Peygamber olduğu bildiriyor. İslamiyet, nur çemberleri halinde halka halka genişleyerek yayılıyor.
Bir gün Mekke'den, biri, Gıfar kabilesine geldi ve bir tesadüf eseri Cündeb bin Cünabeyi de gördü... Cündeb arada bir "la ilahe illallah" diyor; misafir şaşkın:
-Mekke'de biri var; senin bu söylediğin cümleyi o da söylüyor. Peygamber olduğu iddiasında.
Cündeb pürdikkat adama döndü:
-Hangi kabileden?
-Kureyş...
Şöhretli bir şair olan kardeşi Üneys'i buldu ve hemen Mekke'ye giderek sağlıklı bir haber toplamasını istedi...
Üneys, Mekke'ye vardığında Sevgili Peygamberimizi gördü, sohbetinde bulundu ve ihsanlarına nail oldu... hayranlığı çok büyük ama henüz müslüman değil. Tekrar ağabeyine geldi:
-Neler öğrendin Üneys?
-Çok büyük bir zat. Hep iyilikleri emrediyor ve kötülükleri yasaklıyor.
-İnsanlar O'nun hakkında ne diyor?
-Şair, kahin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar... Ama yalan; çünkü sözlerini bütün şairlerin mısraları ile mukayese ettim; hiç alakası yok. Kahin ve sihirbaz benzetmeleri ise sadece iftira.Tebliği her sözünden üstün. Ve hiç bir söze benzemiyor. Bana kalırsa dedikleri hep doğru...
Öyleyse bizzat gideyim... dedi ve eline değneğini alıp bir çıkına bir miktar yiyecek koyarak yola çıkarken Üneys ikaz etti:
-Aman orada dikkatli davran. Çünkü düşmanları çok azgın.
Gerçekten bu sırada müşrikler, garip, kimsesiz, ve fakir mü'minlere tarihin görebildiği en amansız işkencelere başlamışlardı...
Bu yüzden Cündeb Mekke'ye geldiğinde kimseye birşey soramadı. Kabeye gitti. ve orada beklemeye başladı. Ne yapacağını, O'nu nasıl bulacağını bilmiyordu. Üç gün üç gece burada bekledi. Bu zaman içinde yiyeceği bitmişti. Zemzem içmeye başladı. Hayret! Bu su kendisinin hem susuzluğunu gideriyor hem de doyuruyor. Üçüncü gün Hazret-i Ali ile tanıştı. Ali radıyallahü anh'a itimat edip zarar vermeyeceğini anlayınca geliş sebebini açıkladı...
Hazret-i Ali:
-Doğruyu buldun. Akıllı insanmışsın. Ben şimdi o zata gidiyorum. Sen de beni arkadan takip et. Yolda zararı dokunacak bir kafir görürsem pabucumu düzeltir gibi yapar ve bir duvar dibinde dururum. Sen yoluna gidersin.
Sokağa çıktılar. Oh şükür ki kimsecikler yok.
İşte o an! Cündeb'in üç yıldır aradığı rehberi bulduğu unutulmaz an. Devlethanede ve Allah'ın Resulünün huzurunda:
-Esselamü aleyküm!
...Bu, dinimizde ilk verilen selam ve Cündeb de ilk selam veren insan.
Peygamberimiz:
-Allah'ın selamı senin de üzerine olsun, diyerek kim olduğunu sual buyurdu.
-Gıfar kabilesinden efendim.
-Ne zamandan beri Mekkedesin?
-Üç gün üç gece...
-Ne yiyip ne içtin?
-Azığım bitince zemzemden gayrı bir şey bulamadım. Ondan içtim, hem suya kandım hem karnım doydu.
-Zemzem mübarektir...
Daha sonra Cündeb bin Cünabe, Sevgili Peygamberimizden nasıl Müslüman olacağını sordu. Resulullah, kelime-i şahedet'i okudular. Ebu Zer Gifari de tekrar ederek mü'min ve sahabi olma yüce şerefine kavuştu... hiç bir telkin, davet ve cebir olmadan kendiliğinden islamiyete koşmuştu. Ebu Zer radıyallahü anh, Müslüman olunca da doğru Kabenin yanına vardı ve bağıra bağıra:
-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedün Resulullah!!!
Arının deliğine çöp dürttü... müşrikler, aç kurtlar gibi üzerine atılarak kainatın bir tanesini görmeye ve islamiyeti bulmanın cezbesini yaşayan büyük kahramanı taş, sopa, kemik parçaları ile döve döve kanlar içinde bıraktılar.
Ebu Zer radiyallahü anh'ı ellerinden Abbas güçlükle kurtardı:
-Ne yapıyorsunuz siz? Bu adam, kervan yolumuzun üzerinde bulunan bir kabileden. Bir daha oradan nasıl geçersiniz?
İçindeki aşk ateşi ile hiç bir şeyi görmüyordu. Bir sonraki gün yine aynı yerde bağırarak ilayı kelimettullaha hizmet ediyordu.
Yine kafirlerin hücumuna uğrayıp ağır biçimde hırpalandı... Bu defa da Abbas, imdadına koşmuştu.
....
Sevgili Peygamberimiz, Ebuzer radiyallahü annnh'ı huzura kabul ederek kimseye bir şey belli etmeden artık yurduna dönmesini ve islamiyeti orada yaymasını emrettiler.
Beşeri güç-kuvvet ve cesareti, İslamın aşkı ile hedefin bulan mübarek sahabi Peygamberinden emir ve talimatı alınca doğru kendi diyarına gelmiş ve kabilesini tolayarak onları müslüman olmaya çağırıyordu.
En seçkinlerinden biri olan Cündeb'i dinleyen Gıfarlılar, çarpıcı misallerle dinlerinden ve taptıklarından utanmaya başlamışlardı... bir köpekten bile hakaret gören tanrı! Öyle şey mi olur? En evvel kabile reisi Haffaf, mümin olduğunu açıkladı, ardından Ebu Zer'in kardeşi Üneys ve daha bir çoğu... Ebu Zer'de sevinç büyük, gözlerinin içi gülüyor.
Vurguncu, soyguncu, insan kıymeti bilmez mbir oymaktan gök kubbenin en şahane yıldızları gibi muhteşem insanlara... Kalbe iman nurunu düşmesi ile her şey, her şey değişiyor.
Büyük taktik...
Mekke'de ağır ağır gelişen İslamiyet, Sevgili Peygamberimizin ince startejisi ile çevrede süratle yayılmaya başlıyordu.
LA İLAHE İLLALLAH
BU BİR KİTAPTIR Kİ AYETLERİ İLE EMİR VE YASAKLARI VA'D VE VA'İDLERİ AYIRMIŞTIR. ARABİ LİSANLA ALLAHÜ TEALA'DAN İNDİĞİNE İNANAN KAVİMLERE CENNETİ MÜJDELEYİCİ VE İNANMAYANLARI CEHENNEMLE KORKUTUCUDUR. MÜŞRİKLERİN ÇOĞU O'NU KABULDEN KAÇINIP, CAN KULAĞI İLE DİNLEMEZLER.
FUSSİLET
Ukaz panayırı. Türlü türlü, renk renk mallar alıcıya çıkarılmış. Pazarlık yapanlar, para ödeyenler, yeni mal getirenler... orta yaşta bir insanın hakim ve cesur bir eda ile şöyle seslendiği duyuluyor:
-Ey insanlar! "La ilahe illallah" deyiniz ki kurtulasınız.
Bütün bakışların kendisine çevrildiği bu kurtuluş habercisi münadi Sevgili Peygamberimizden başkası değil... ama O, pazar yerini böyle sokak-tezgah gezip vahyi tebliğ ederken biri de O'nun ardınca dolaşıp,
-Aman ha! Sakın inanmayın, diyor.
Efendimize musallat olmuş bu zulmet elçisi ise Ebu Leheb.
Ebu Leheb; yani insanların ebedi saadete çıkan yollarını kesip felakete sürükleyen bir cehennem hizmetçilerinden biri.
Çevre kabileler, Hacca geliyor. Beytullah'ı tavaf edip yurtlarına dönüyorlar... ama dinlerinin hükümsüz ve batıl olduğundan haberleri yok. Boşa zahmet içindeler. Çünkü; Allah, sevgilisine Kur'an-ı kerim'i indirerek eski dinlerin hepsini fesh etmiş bulunuyor...
Bu sebeple Peygamber efendimiz, Mekke'ye gelen bu ziyaretçileri karşılayarak onlara yumuşak, tatlı, cezbedici bir üslub'la İslamiyeti anlatıyor.
Ve bu yabancılar anlıyor ki şu yüksek ahlak güzelliğindeki bir zat, asla ve asla hakikate aykırı bir şey söylemez. O'nun anlattıkları kalblerini imanla dolduruyor... hep müslüman oluyorlar...
Putları ile Allah'a ortak koşan Mekke kafirleri, durumdan ciddi şekilde rahatsız... kendi içlerine ikilik soktuğu; baba ile evladı ayırdığı yetmiyormuş gibi şimdi de komşu kabileleri bir bir safına çekiyor... bir çare bulmalılar buna; ama nasıl?
Kureyş'in güngörmüşlerinden Velid bin Mugire, müşrikleri kendine çağırdı:
-İçinizdeki en yaşlı benim. Sözüme kulak verin. Şu felakete tez vakitte çare bulmalıyız. Beni dinleyin!
-Aman söyle ey pir!
-...Mekke'ye hacca geliyorlar. Muhammed, bunları kendi dinine çekiyor. Bir bir O'nun tarafına geçiyorlar. Akıbeti iyi görünmüyor. hem içten hem de etraftan sarılıyoruz. Farkında mısınız?... Buna kısa zamanda mani olmazsak iş işten geçmiş olacak. Bir çare düşünmeliyiz.
-Sen daha iyi bilirsin ya Velid!
-Evet bir çare... O'nun için bir sıfat bulalım ve hepimiz bunu kullanalım. Eğer Ebul Kasım için herkes bir şey söylerse bir yabancı buna inanır mı? Siz olsanız inanır mısınız?
-Sen ne dersen o olsun. Mesela "kahin" veya "deli" desek...
-Bırakın bu lafları!.. Öyle bir şey bulun ki tam yerine otursun... ben kahinleri bilirim. Muhammed'in dedikleri ile kahinlerin söyledikleri arasında hiç bir yakınlık yok... deli demekse, deliliğin ta kendisi Sizde hiç akıl yok mu?
-Sihirbaz desek?
Velid, kirli parmakları ile kırçıl sakalını kaşırken gözü bir o yana bir bu yana kayarak karşısında oturmuş olanları süzüyor; manasız bakışları ahmak çehrelerde dolaşıyordu. Bir köpek, şerlerinden kaçar gibi yan yan kaçarak kalabalıktan uzaklaştı... Velid bir iki kere öksürdü ve:
-Sihirbaz; yani büyücü. Ama herkes onu yakından tanıyor. Çok fasih ve beliğ ve mantıklı konuşuyor. Ne yapsak?
-En akıllımız en tecrübelimiz sensin. Senin dediğin olsun.
Velid, kafasını yere eğdi, eliyle başlığını yana iterek saç diplerini kaşıdı. Ve yılgın fakat intikam dolu bir lisanla:
-Evet, evet! Doğrusu yine sihirbaz diyelim. Çünkü O, konuşmaları ile kardeşi kardeşten, babayı evladından, dostu dosttan koparıyor. Fakat "O, sizin bildiğiniz sihirbazlardan değil; bir Babil sahirbazdır." deriz. Ortak sözümüz bu olsun.
Boşa çaba!... ne yapsalar, başlarını hangi taşa çarpsalar boş.
Aciz kalmarı onları daha da kurdurtuyor.
................
Kureyş'in önde gelenleri; servetlerine, asaletlerine, şöhretlerine mağrur bu adamlar, kabe'nin dibine oturmuş. Efendimizi çekiştiriyorlar. Öfkeleri büyük. Kendi kendilerini suçluyorlar. İçlerinden biri yumrukları ile havayı döverken ağzında tükrük kalmamış halde dili damağına yapışa yapışa, boyun damarları şişe şişe bağrıyor:
-Bu ne haldir böyle? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi? O, bizi suçlar tanrılarımıza hakaret eder, dinimizi reddeder ve aramızı açarken biz ne yapıyoruz? Hiç bir şey! Biz ki üstümüze toz kondurtmazdık... bu miskinliktir, miskinlik...
Adam bağırmaktan mosmor kesilmişken, Efendimiz lafın üzerine geldi. Bir anda ortalık buz gibi oldu. Serveri alem, doğruca Hacer'ül Evsed'e giderek huşu ile öpüp tavafa başladılar...
Allah ve Resulullah düşmanları ilk şaşkınlığını üzerinden atınca salyalı ağızları ile Sevgili Peygamberimize hakaretler yağdırmaya başladılar... O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek yüzlerinde üzüntü ve nefret emareleri görülüyordu. Buna rağmen ilk tavafta sükutu tercih ettiler. Ama durmuyorlar; ağır sözlerle itham ediyorlar... bunun üzerine kainatın efendisi, karşılarına öyle muhteşem bir vakarla dikildiler ki, o deminki arslanlar birer uyuz çakala döndü... Peygamberimiz, istikballeri için müthiş bir ihtarda buluyor. Titremeye başladılar.
-Ey Kureyş, beni dinleyin! Nefsim kudret elinde o Allah hakkı için eğer İslam dinini kabul etmezseniz sizi koyun gibi keserim. Elimden kurtulacağınızı sanmayın!..
Rabbim, "asaletmeabları" bir köleden daha zelil hale düşmüştü. Küçük adamlar yalvarıyor:
-Aman Ebul Kasım biz sana ne dedik ki! şey yani... sen bizden birisin zaten. Aman ibadetine devam et. Biz sana nasıl karışırız?..
Efendimiz tavafa devam ettiler.
...Ama müşrikler yalan söylüyor.
Peygamberimizin sözleri ile yıldırımla vurulmuşa dönmüş ve ancak ertesi gün kendilerine gelebilmişlerdi. ve kendilerine gelir gelmez de Sevgili Peygamberimizi buldular. Allahın habibi, yine Kabeyi tavaf ediyorlar.
Ukbe bin Ebi Muit, üzerlerine atılıp yakasına yapıştı. Öyle insafsız sıkıyor ki Peygamberimiz güçlükle nefes alıyor. Hazret-i Ebu Bekir koşuyor; bu defa onun üzerine çullanıyorlar.
Fakat bu hareket gayretullaha dokunmuştu. Saldırganlardan ilahi intikam alıncak ve sonları felaket olacaktır.
İşte:
Müşrik sürüsü, Kabenin yanında toplanmış and içiyorlar:
-Muhammedi gördüğümüz yerde derhal öldüreceğiz. Bu iş buraya kadar gider! Yetti artık!! İlk defa hangimiz görürsek görelim anında öldüreceğiz. And mı?
-Andolsuh, andolsun...
... kötü haber, Sevgili Peygamberimizin sevgili kızları Fatıma, radıyallahü anha, hazretlerine ulaşınca mübarek kalpleri titredi. Ve üzüntüden şaşırmış bir hal ve nemli gözlerle babacığına gelerek işittiğini nakletti.
Peygamberimiz yavrucuğunu teselli ederek, celal sıfatları ile kafirlerin üzerine geldiler ve önlerine dikildiler. Kime baksalar; o müşrik heykel gibi olduğu yere mıhlanıyordu. Hiç bir müşrikte yerinden kıpırdayacak mecal kalmadı.
Resullerin Resulü yere eğilerek bir avuç toprak alıp müşriklere saçtılar...
... bu topraktan kime değdi ise o kafir Bedir savaşında İslam mücahidleri tarafından öldürülerek, canı Cehennemi boyladı.
AŞK BUDUR
EBU BEKR'DEN DAHA ÜSTÜN BİR KİMSENİN ÜZERİNE GÜNEŞ DOĞMAMIŞ VE BATMAMIŞTIR.
HADİS-İ ŞERİF
Allah'ın Resulü, emsalsiz bir sabırla insanları hidayete çağırmaya devam ediyor... Sıkıntılar, çileler ve tek tek müslüman olanlar... O, eziyetleri de rahmet gibi karşılıyor. Daima şükür halinde. Evinde, Beytullah'da ve her müsait yerde Rabbine ibadetle meşgul. Kendisine tevdi edilen insanlığı kurtarma vazifisinde yüce Allah'dan yardım istiyor, metanet diliyor...
İşte, mücessem bir nur gibi Kabe'ye yürüyor. Alemlerin Rabbine iltica ederek yalvarıp dua edecek.
Ama bırakmıyorlar!... Kim? Bir gurup münkir, Kabe çevresine toplanmış günün aktüel meselesi olan islamiyeti tartışıyorlar. Onlara göre; bir adam çıkıyor ve şöyle giden bir cemiyeti tam aksi tarafa döndürmeye uğraşıyor. Yalnız bir insan, asırlardır yerleşmiş olan her şeyi alt üst ederken kendileri ne yapıyor?
Buna kızıyorlar. Pasif kaldıkları; varlık gösteremedikleri inancındalar. Boyun damarları şişe şişe, ağızları köpüre köpüre, yürekleri gayzla dola-taşa konuşuyorlar. Bu aykırı gidişi durdurmanın günü gelmiş de geçmektedir. Daha gecikme felaketi büyütmek olacaktır. öyleyse her imakını kullanarak bu yeni dini söndürmek; hatta Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak lazımdır...
Onlar böyle hararetle konuşurken birden Kabe-i şerifi tavaf etmekte olan efendimizi gördüler... bu görme, aç kurtlar sürüsünün bir ceylanı kırlarda yalnız başına dolaşırken görmesi gibiydi. işte bundan daha güzel imkan, bundan daha müsait fırsat olamazdı ki!...
Kurtlar,O mübarek insana dört bir yandan saldırmak üzere atıldı. Boğmak, öldürmek, kinlerini doyurmak niyetindeler! Ukbe bin Muayt'ın murdar elleri bir çelik kelepçe gibi Sevgili Peygamberimizin boynunu sıkmakta... Bir yandan da yüce nebinin yüzüne tükürüyor... En zor an ve tarihin şansız enstantanelerinden biri; iki cihan sultanı, zor nefes alıyor. Ukbe, işin farkında; az daha sıksa nefesi kesilecek. Hep birden çullanıyorlar... Bir vahşet tablosu. Kendilerini iyiliğe, insanlığa, İslamiyete ve ebedi güzelliğe çağıran hem de soylu, anlı namlı adamların ettiğine bakın... Başlarına problem gibi gördükleri Sevgili Peygamberimizden kurtulmak üzereler... ama kurtulamıyacaklar. Onların dert dediği ebedi saadet, an an, gün gün gelişecek ve nurun aydınlığı bütün cihanı dolduracaktır.
Kafirler, Resulullah'ı böyle mecnun bir çılgınlıkla incitirler ve Ukbe ismindeki canavar, Peygamberimizin nefesini kesmeye uğraşırken; Yüce Allah, bir küçük cilve ile onlara hedef şaşırtır ve sevgilisini ellerinden kurtarır... Hazret-i Ebu Bekir, oradan geçiyor. İtişip kakışmakta olan kalabalığın ortasında efendisi; efendimiz Muhammed mustafa, sallallahü aleyhi ve sellem'i fark etmekte gecikmedi. Farkeder etmez de yıldırım gibi azgınların arasına daldı. Narası, müşrikleri olduğu yerde durdurdu ve baışlar kendine döndü; Ukbe'nin parmakları gevşedi. bu ses de kimin? Bu işe karışan da kim?
-Siz alemlerin Rabbinden ayet getiren ve Rabbim Allah'tır diyen birini mi öldüreceksiniz?
İman, aşk ve ihlasla dolu sual, müşriklerin yüzünde kamçı gibi sakladı. Şimdi öfkeleri daha katmerliydi.
Muhammed'e dinini yaymak için destek olması, atalarının dinini tert etmesi yetmiyormuş gibi şimdi de ona arka çıkıyordu ha!... Peygamberimizi bırakarak O'nun aziz dostuna çullandılar. Sakalını yoluyor, tekme-tokat yağdırıyorlardı. Utbe bin Rabia adlı insafsız, ayakkabısı ile Hazret-i Ebu Bekr'in suratına, suratına vurarak yüzünü gözünü kan içinde koydu. Ebu Bekr, radıyallahü anh, linç edilmek üzereydi ki Teymoğullarından bazıları yetişerek kendisini zor kurtardılar. Evine sedye ile götürdüler.
Teymoğulları, eshabın en büyüğünün kabilesi... O'nu evine bıraktıktan sonrra da bu alçaklığı yapanlara gelip:
-Ebu Bekr'e hele bir şey olsun, kozumuzu o zaman paylaşırız!!! Diyerek içlerine derin korkular saldılar.
Saldırgan sürüsü, kuyruğunu bacak rasına saklayan suçlu köpekler gibi süklüm büklüm oradan savuşup gözden kayboldular.
Efendimiz seçkin arkadaşı, gün batımına kadar komadan çıkmadı... Gün, çölü bir sünger gibi eme eme ve her yeri tunca çevirerek batarken gözleri aralandı ve dudakları kıpırdadı...
Evet; dudakları kıpırdadı... Başındakiler sevinçle karışık telaşda... ne diyor; bir şey mi istiyor? Su mu, tabib mi, ilaç mı? Kulak tutuyorlar.
Sual, derin denizler gibi bereketli bir kalbden havalanan güvercinler gibi. Som aşk, som ihlas ve tam bağlılık:
Ebu Bekr, radıyallahü anh, kafası yarılmış, sakalı yolunmuş, yüzü gözü yara-bere içinde ve bitkin bir halde iken mecalsiz bir sesle soruyor:
-Resulullah nicedir; ne yapar? O'na hakaret etmişlerdi...
İşte islam ahlakı ve işte mü'min. En zor zamanda bile kendi canının değil; canından aziz bildiğinin derdinde. Sanki kendisi yoktur O vardır. Evet; bu yüce sahabi, O'nda fena bulmuştur. Bu sebeple konuşabildiği; hislerini kelimelere söyletebildiği an, efendimiz ve O'nun sağlığını soruyor...kendimi düşünmek arka planda.
Ev iyice tenhalaştı. Gelenler yavaş yavaş ayrılıyor:
Annesi Hazret-i Ebu Bekr'in başında oğlunun yanında eriyen bir mum gibi. Odanın loşluğundan göz yaşları sesiz dökülüp duruyor...
Ordakiler annesine:
-Sor bakalım, diyorlar. Bir şey içmek ister mi?
Anneciği suskun. az bekledi. Gözleri ile oğlunun yüzünü taradı ve yumuşak, tane tane kelimelerle sordu.
-Canın ne ister evladım; karnın aç mı?
Sahabi ahlakında önce can sonra canan değil, önce canan sonra can geliyor... önce; her şeyden önce varlık ve imanımızı borçlu olduğumuz kainatın baş tacı.
Ebu Bekr efendimiz, kirpiklerini aralayarak annesinin üzüntülerin kaynaştığı yüzüne baktı ve sordu:
-Resulullah nicedir; ne yapar?
-Bilmiyorum, dedi Selma binti Sahr; arkadaşın hakkında malumatım yok...
-Hemen Ümmü Cemil'e git. O, Allah'ın Resulü'nü bilir. Efendimin sağlık haberini bekliyorum,
Hazret-i Ebu Bekr'in annesi, az sonra Ümmü Cemil'in evine gelerek oğlunun, Peygamberimizi merak ettiğini soruyor.
Ümmü Cemil radıyallahü anha, mü'mine hanımlardan biri. Hattabın kızı; yani Hazret-i Ömer'e hemşire... Bir mümin basireti ile tedbirli hareket ediyor ve Selma binti sahr'ın geliş sebebini belli etmeden anlamaya çalışıyor. Çünkü, Selma, henüz müslüman değildir. Resulullah'a herhangi bir kötülük yapabilir. Belki de bunun için ağzını arayarak bilgi topluyor. Bu yüzden:
-Bilmiyorum, diyor. Ne oğlun ne de Peygamberinin nerede ve nasıl oldukları hakkında bir şey bilmiyorum.
Selma, oğlunun başından geçenleri anlatınca Ümmü Cemil:
-Haydi öyleyse Ebu Bekr'e gidelim; durumunu merak ettim, diyor.
Ümmü Cemil, radıyallahü anha, büyük sahabiyi ağır hasta görünce:
-Allahü teala, o azgınların yaptıklarını karşılıksız bırakmasın!...diye beddua etti...
Ebu Bekr, radıyallahü anh, Hattabın kızının dediği ile belki de hiç alakadar olmadı. O'nun aklı ve gönlü başka yerde; aşık olduğu insanda.
Ümmü Cemil'e sordu:
-Resulullah ne yapar; hali nicedir?
Misafir hanım, tedirgin ve alçak sesle cevap verdi.
-Anne burada; ya dediklerim duyarsa?
-Korkma! Ondan bir ziyan gelmez, sırrını söylemez!
Bunun üzerine bu yüksek mümine sahabi, Ebu Bekr Efendimizi rahatlatan müjdeyi verdi:
-Çok şükür hayatta ve sıhhati yerinde...
Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, sevindi ve bu güzel haberle kuvvet buldu. Sordu:
-Nerede; kimin evinde?
-Efendimiz, şu an Erkam'ın hanesinde.
Hazret-i Ebu Bekr'in yüzünü bir huzur aydınlığı doldurdu; rahatladı. Hoşnud oldu... Fakat yüksek aşkın söylettiğini dedi:
-Vallahi Resulullah'ı gidip görmedikçe ne yer, ne içerim?
Ya ilahi bu nasıl sevgidir? önce canan sonra can. önce Resulullah, sonra ben diyebilen ebedi misal...
-Sen şimdi kendini toparlamaya bak; istirahat et. El ayak sokaklardan çekilsin. Herkes uykudayken gideriz.
Ve öyle yaptılar. evlerin pencereleri birer birer karanlığa gömülürken büyük dost, annesi ve Ümmü Cemil'in desteği ile Erkam bin Erkam radıyallahü anh'ın evinin yoluna düştü.
Ebu Bekr efendimiz, eve girince Resul aleyhisselam'a sarılıp öptü. Mü'minlerle kucaklaştı.
Peygamberimiz, arkadaş bu büyük müslümana bir hayli üçüldüler.
...her ne hal olursa olsun kainatın efendisi üzülmemeli.
Ebu Bekr, ağır ağır konuşarak Habibullah'ı teselli etti ve:
-Ey Allah'ın resulü, bu yanımda gördüğün dünyaya gelmeme vesile olan annem Selma.Müslüman olmasını istiyorum.Dua buyurmanız halinde sonsuz felaketten kurtulacağına inanıyorum.
Sevgili Peygamberimiz,sallallahü aleyhi ve sellem, Selma binti Sahr'ın hidayeti için Allahü teala'ya yalvardı.Duanın nbereketi ile Ebu Bekr efendimizin annesinin kalbi yumuşadı; imana geldi ve Cehennem ateşinden kurtuldu. Böylece Selma radıyallahü anha da ilk müslümanlardan olma şerefine nail oldu.
YARASALAR
BİZ, ONLARI KIYAMET GÜNÜ KÖRLER, DİLSİZLER VE SAĞIRLAR OLARAK YÜZÜ KOYUN HAŞREDECEĞİZ. ONLARIN VARACAĞI YER CEHENNEMDİR Kİ ATEŞİ YAVAŞLADIKÇA; BİZ, ONUN ALEVİNİ ARTIRIRIZ.
İşte böyle...
Önce dudak büktüler... az evveline kadar; "en emin, çok dürüst, daima doğru sözlü, asla yalan söylemez", dedikleri insanı vahyi tebliğe başlayınca dudak bükerek garipseyerek, söylediklerini gelip geçici bir hal olarak karşıladılar. Cin falan mı zarar vermişti; bir hoş olmuştu bu genç adam... tahminleri boşa çıktı... en sağlam mantık, en güçlü irade, en muhkem akıl, en temiz şuur O'nda görülüyor... bu defa; "bir menfaat koparmak niyetinde herhelde"diye düşünerek teklif üstüne teklif yağdırdılar... kadın, para, mal, servet, liderlik, değer verdikleri ne varsa önüne sermek istediler. Yeterki rahatları bozulmasın; karışanları olmasın, dünyaları değişmesin, sözlerinin üstüne söz gelmesin.
...'ne de tuhaf şeyler oluyor. Veya olabilirmiş. Hele şu Muhammed'e bakın. Bu ne cesaret, ne cür'et? Bu sayılanları da elinin tersiyle şöle bir kenara itiyor ve dediklerini tavizsiz tekrarlıyor:'
Allah, sizin tapındığınız şu zavallı heykeller değildir! Bunlar ne ki; basit bir eşya. İnsan eli ile şekillenmiş madde parçaları... Allah birdir. Ne ortağı vardır, ne benzeri. Doğmamıştır, doğurmamıştır, ölümsüzdür. Bildiğimiz ve bilmediğimiz; insan, hayvan, kuş, sürüngen, deniz mahlukları, kara yaratığı ne varsa, hepsini o, doyurur. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi o, yaratmıştır; yine o, öldürecektir. öldükten sonra bir hayat daha vardır: Asıl ve ölümsüz dünya. Allah, istisnasız herkesi hasaba çekecektir. Peygamberleri ile bildirdiği emir ve yasaklara uyanları, mükafaatlandıcak, o emir ve yasakları çiğneyenler ceza görecektir. Yüce Allah'ın hoşnud kaldıkları cennete, razı olmadıkları cehenneme; yani ateşe atılacak ve azap görecektir... bu dünya fanidir; geçici, bitici ve sonlu...
Ben, işte O Allah'ın habercisiyim; size vahyini tebliğ ediyorum. Uyarsanız kurtulursunuz, düşmanlık yaparsanız Rabbimin buğz ve lanetine uğrarsınız. İnsan, bütün mahlukların en üstünü ve ne şereflisidir. Dediklerimi içinde bulunduğunuz hal, tuttuğunuz yolla bir kıyaslayın. Çünkü akıl denen nimet sadece insana mahsus. eğer vicdanlı davranırsanız yanıldığınızı siz de anlarısınız.
'...kim inanır bunlara canım... asil dedelerimizden beri, asırlardır sürüp gelen dinimizi, tanrılarımızı, alışkanlıklarımızı, örfümüzü kim terk eder ki? Ama o da ne? Ebu Bekir gibi, zengin ve soylular da müslüman oluyor. Bir aysbergin geldiğine şüphe yok. Öylese tehlike büyümeden ateş söndürülmeli, bu ateşin dumanı tütmemeli. Bu ateşten alınan meş'aleler dünyanın dört tarafına koşturulmamalı...'
Evet; ilkin dudak kıvırarak küçümsediler. Sonra halli basit bir mesele olarak ele alıp efendimizin ayaklarına dünya nimetlerini saçtılar. Sonra küçük gözdağları ile korkutmak istediler. O'nu yolundan çekip alamayınca dozu giderek artan kötülüklere başladılar. Yoluna diken dökmeler, kapısının önüne pislik atmalar ve evini taşlamalar:
...Sevgili Peygamberimiz'in devlethaneleri Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebu Muayt'tın evinin arasında iki yobaz adam, o mübarek, o öpülesi, yüz sürülesi eşiğin önüne kendi manalarını ifade eden dışkı, leş vs. getirip atıyorlar. Ebu Leheb, bununla da kalmıyor. Resul aleyhisselamın evini taşa tutuyor... bir adi ve sadist tabiat... Hazret-i Hamza, bir gün bu bayağı hareketin üzerine gelince pislik dolu kabı Ebu Leheb'in kopasıca kafasına döküyor.
efendimizin dediği sadece şu:
-Ey Abd-i Menaf oğulları bu nasıl komşuluk böyle? Bunu diyor ve kapısının önüne dökülenleri süpürüyor.
Ümid ve sabır üzreler...
Bir kişinin daha Muhammedi olduğu işitilince müşrikler, Arabistan çölleri kendilerine mezar olmuş gibi; bunaltan, nefeslerini kesen hislere kapılarak gözü dönmüşlüğün en vahşi nevilerine sarılmaktan imtina etmiyorlar.
Mesela:
...bu, ne her tarafı granitlerle dolu yerleri kazmayla yarmaya benziyor; ne de kumun, bütün sahrayı deniz dalgası gibi doldurduğu bir vasatı zümrüt renkli yeşilliğe döndürmeye. İnsanın kalbini çevirmek, imanını değiştirmek kayaları parçalamaktan; çölleri ormanlaştırmaktan çok daha zor. Bu sorluğu aşmaktaki tek imkan, Allah'ın yardımı... efendimiz, gıtlağına kadar batağa gömülmüş ve bazı hareketleri ile beşer üstünlüğünden uzaklaşıp hayvani derekeye yuvarlanmış şu insanların islamla şereflenmeleri için Kabe'de namaza durmuş... kendisi için hiç bir şey istemiyor... kolları ilerde; avuçları semaya açılmış olarak Rabbine tazarru halinde... dolu dizgin cehenneme at koşturan şu cahiller için yakarıyor.
Kendileri için namaz kılınan, af dilenilen, göz yaşı dökülen yalvarılan, olmadık sıkıntılara katlanılan o insanlar ne yapıyor? İşte bunlardan bir küme... ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe binRebia, Ukbe bin Ebi Muayt'ın da aralarında olduğu yedi kişi, Nebiler Sultanını ibadet halinde görünce yılışık tavırlarla gelerek az ilerisinde yere oturdular. Onu seyrediyorlar. Son Resul, namaz kılarken onlarkaş göz işaretleri, laf atmalarla kendi aşağılıklarını karikatürize ediyorlar. Resulullah ve islamiyete karşı dinmez kinlerin sahibi Ebu Cehil, arkadaşlarına dönerek:
-Kim bir deve işkembesi bularak şu adam, secdeye gittiğinde omuzuna koyabilir? diye sordu ve cevap bekleyen bakışları ile arkadaşlarının yüzlerini yokladı... Bir kaç saniyelik sükutu Ukbe'nin sesi bozdu:
-Ben, dedi ve demesi ile yerinden fırlaması bir oldu. Biraz sonra kanlı bir koca deve işkembesini sürüte sürüte Peygamberimizin yanına vardı.
Ukbe, büyük Peygamber, secdeye gider gitmez işkembeyi iki kürek kemiği arasına bıraktı... zavallı mahluklar, kahkahalardan kırılıyor. Otuz iki dişleri sayılabilir. ne olacaktı; 'şimdi ne olacak; Muhammed nasıl bir reaksiyon gösterebilir?' Attıkları kahkahanın şiddetinden gözlerinden yaşlar akıyor.
Bunlar, kainatın en mümtazını ne zannediyorlar ki? Habis hareketlerine kendi seviyelerinde bir aksül'amel bekliyorlar ama hiç yorulmasınlar. O, İslam ahlakının en zirvesindeki muazzam insan, hep vakar ve ciddiyet halinde... Bir şey olmamış gibi secdede... nurlu alnını sahibinin huzuruna koymuş, başını kaldırmadan öylece bekliyor. Müşrikler, sanki bir zafer elde etmiş gibi katıla katıla tepiniyorlar.
Bu sırada mü'minlerden Abdullah bin Mes'ud, radıyallahü anh, oradan geçiyor... mübarek sahabi, birden çarpılmışa döndü... Olamaz; insan, bu kadar süflileşmez, böyle adi bir hareketi yapacak kadar gözü kararamaz... Fakat bunlar; o Ebu Cehiller, Ukbe bin Muaytlar, şeklen insan; sanki insan! Aslında hayvandan daha beter kimseler... Abdullah bin Mes'ud efendimiz, şaşkınlıktan donmuş gibi ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Olduğu yere mıhlanmış, canından çok sevdiği Peygamberimizi dehşetli bir kederle seyrediyor. İşkembeyi, Sevgili Peygamberimizin omuzundan atmaya yeltense öldüresiye dayak yiyecğine şüphe yok. Çünkü bu Sahabinin arkasında kavmi, kabilesi mevcut değil. O yüzden bu rezilliği işleyenler, anında sırtlan gibi üstüne atılırlar.
Hadiseyi Hazret-i Fatıma işitti. Koşa koşa gelerek mübarek babasının üstündeki necis şeyi fırlatıp attı ve o kötülerinş kötü adamların yüzlerine haykıra haykıra bağırarak beddua ve hakaret etti... Peygamberimiz, hayran kalınacak bir sakinlikle namazını ikmal ediyor; ve:
Bu düşmanlığı yapanları Allahü teala'ya ısmarladı. Hem de üç defa tekrarlayarak.. Sanki yer gök titredi. Kafirler sırıtmayı bırakarak endişelenmeye başladılar.
Dünya ve ahiretin en üstünü konuşuyor:
Allah'ım, Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Rabia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Şeybe bin Rebia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Muayt'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Umeyye bin Helef'i sana havale ediyorum!Allah'ım, Velid bin Utbe'yi sana havale ediyorum! Allah'ım, Umare bin Velid'i sana havale ediyorum!
Bunlar; insanlıktan habersiz, imandan nasipsiz bu zavallı bedbahtlar, Bedir muharebesinde layık oldukları akıbeti buldular... ruhları cehennemi, güneşte kalarak kokan leşleri bir çukuru boyladı...
Peygamberimizin bedduası ile yüzlerinin kanı çekilmiş ve kül gibi olmuşlardı. O mukaddes mekanda yapılan duanın reddolmayacağını biliyorlardı. Lakin buna rağmen, kendilerini bekleyen feci akıbete rağmen Seyyid'ül Mürselin'e sui kast ve sui muameleden geri durmadılar.
Mesela:
Resulullah Mescid-i Haram'da namaz kılıyor... Ebu Cehil yemin eerek açıklıyor ki, "O, secdeye gittiğinde üzerine yürüyerek ayağım ile ensesine basacak ve yüzünü yerlere süreceğim." Guya, düşmanını küçük düşürecek. Orası belli olmaz! Efendimiz, secdeye varınca seyirtiyor. Ama hızı çabuk kesiliyor. Aniden yere çakılmış gibi durup geri kaçmaya başlıyor... kim, o; küçük düşen, mahcup olan, utanan; kim o? O iri iri laflar eden Ebu Cehil, ummadığı bir şeyle karşılaşmıştı. muhammed aleyhisselamla arasında alevlerin kaynaştığı derin bir uçurum görünce önce zınk diye durmuş; sonra da yüzgeri ederek kaçmıştı:
-Ensesine basmaktan niye caydın? diye soranlara; korku ve titreme ile:
-Siz, önümdeki ateş dolu uçurumu görmüyor musunuz? diyerek zelil bir mevkie düştü... düştü ama; ibret alan nerede?
Yenilen bir türlü doymazmış. Ebu Cehil nam bu mağlup adam da öyle. Yenik düşünce küfrü artıyor. Yine başından büyük laflar etmekte:
-Yemin olsun ki bu defa affetmeyeceğim! Kararım kat'idir. Secdeye vardığı an kafasını taşla ezeceğim. Siz de şahid olun.
Şahid tuttuğu Kureyşli müşriklerdi. Gerçekten, onların da hazır bulunduğu bir gün, efendimiz, yine namazda iken bir koca taşla üzerine yürüdü. Bir kaç adım atmıştı ki kaşı kenara fırlatması ile geri kaçması bir oldu. Bu defa üzerine azgın bir canavarın saldırmak üzere olduğunu görüyordu.
Gözleri görüyor ama kalb gözü kör olmuş. Arsızlığı elden bırakmıyor.
Mesela:
Bir gün Ebu Cehil ve Velid bin Mugire'nin başı çektiği bir küffar sürüsü Habibullah'ın canına kıymak üzere O'nu takip ediyor; iz sürüyorlar. İşte kolladıkları fırsat: 'Muhammed namaza durdu; Kur'an okuyor'. Önden Velid'i yolluyorlar. Velid elinde silahı koşuyor... Fakat o da ne? Ortada kimse yok! Sesi geliyor ama kendisi mevcud değil. ne kadar uğraştıysa nafile. Arkadaşlarını yardıma çağırdı. Topluca koştular. İşte ses şu tarafdan geliyor. haydi öyleyse o yana. Vay neler oluyor öyle? Ses şimdi de aksi cihetten duyuluyor. Haydi bu tarafa. Bir o tarafa, bir bu tarafa nereye dönseler Peygamberimizin sesi, aksi tarafdan geliyor... Sıcakta ter topuklarından çıktı; lakin O'nu, Sallallahü aleyhi ve sellem, bulamadılar...
Sevgili peygamberimizin dünyayı nurlandırmalarından evvel başlayarak şu dakikaya kadar mucize üstüne mucize görülüyor:
Mesela:
İns ve Cinnin Peygamberi, bir gün Hacun Yokuşu'nun dibinde oturmuş istirahat ediyorlar.. yanlarında kimse yok. Azgınlardan Nadr bin Haris, Peygamberimizi böyle ıssız bir yerde görünce:
-Tamam, dedi. Şimdi yapacağımı biliyorum. O'nu doğduğuna pişman edeceğim.
Efendimize yaklaşınca gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Mübarek insanın başı üstünde müthiş aslanlar, ağızlarını açmış kuyruk sallayarak satılmak için Nadr'ın yaklaşmasını bekliyorlardı... Mahallenin kabadayısı manzarayı görünce yiğitliği kaçmakta buldu. Hem de öyle bir hızla ki ancak Ebu Cehel'in yanında soluklandı. başından geçenleri anlatınca; Ebu Cehil, sözümona cesaret verdi:
-Aldırma; sihirlerinden biridir.
Kokuşmuş, mihverinden çıkmış dejener bir cemiyetin azgın temsilcileri; batıl adına İslamın ocağını söndürmek için dört koldan saldırmıyorlar. Hedef, doğru sözlülerin en doğrusu; en doğru haberci; muhbiri Sadık, sallallahü aleyhi ve sellem! İslam dini, bir güneş gibi şafağı söke söke Mekke ufuklarına ağarken küfür parasaları, gurubu olmayan bu güneşin habercisine işte bu ve benzeri zulüm ve eziyetler yapıyor ve öldürmeye teşebbüs ediyorlar... yarasalar, bu çabalar içindeyken Ebu Talib ne alemde acaba? Hani sözü vardı. hayatta oldukça yeğenini koruyacaktı... elhak doğru. Ebu Talib, sözünün eri mert bir Kureyşli. Yeğenine kötülük yapıldığını duyunca yerinde duramaz; hemen bunu işleyenlerin peşine düşerdi:
Mesela:
Peygamber efendimiz, yine bir gün Allah'a ibadetle meşgul namaz kılıyor. As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Muttalib, Velid bin Mugire, Esved bin Abdi Yağves, bunu haber alınca çocuk ve kölelerini toplayarak Sevgili Peygamberimizin namazda olduğu yere gelerek mübarek sırtına kanlı kanlı pis bir işkembeyi çocuk ve köleler eliyle koyarak defolup gittiler. tam bir festival şamatası yaşıyorlar.
...bu sırada Ebu Talib çıkageldi...
-Ne buhal yeğenim; kim yaptı bu kepazeliği; çabuk söyle!..
Yüce Resul, bu işe karışanları tek tek saydı... amca, derhal eve koşarak kılıcını ve kölesini aldı ve işkence yapanların arkasına düştü. Kölesi işkembeyi taşıyordu... Şehrin sokaklarından birinde müşriklere yetişti. Henüz dağılmamışlardı. Kılıcını çekti ve:
-Kimse konuşmasın; kellsinin uçmasını istemeyen gıkını çıkarmasın, dedi ve kölesine, işkembeyi bu rezillerin suratlarına sür, hakaret nasıl olurmuş görsünler!!! diye bağırdı.
kahraman çapulcularda şafak atmıştı. Ebu Talib'ten zaten çekinirlerdi. Şah damarının hiddetden parmak gibi öne fırladığı; renginin kızgınlıktan mosmor kesildiği şu ansa ödlerri kopmuştu. kölenin önünde taptıkları heykeller gibi cansız; kımıldamadan durdular. Az sonrra suratları kan ve pislik içinde kalmıştı. İşkembe, hepsinin yüzüne sürüldükten sonra Ebu Talib, onları kovdu; ardlarına bakmadan uzaklaştılar.
......
Uzaklaştılar ama; inadlarından dönmediler. Bunlar ve diğerleri; Sevgililer sevgilisi aziz Peygemberimizi nerede görseler;
-Bakın; Cebrailin kendine de geldiğini söyleyen Muhammed işte burada... efendimiz, bu yılan dili adamların zehir zemberek konuşmalarına çok müteessir oluyor ve iyilikler menbaı mübarek kalbi kırılıyordu... Cebrail aleyhisselam, bu üzgün zamanlarından birinde Peygamberimize gelerek En'am Suresi onuncu ayet-i kerimesini bildirdi:
-Andolsun ki (ey Resulüm) senden önce gönderilen Peygamberlerle de alay edildi. Alay edenleri istihzalarının karşılığı olarak bela ve azap çepeçevre kuşatıverdi.
Resullerin Resulü, teselli bulup, ferahladı. Ne varki küfür, azgın dalgalar gibi üstüne üstüne geliyor. Takip eden günlerde de alaylar, eğlenmeler, sataşmalar durmak bilmezken O, omuzlarında şereflerin en yükseği; son Peygamberlik vazifesi olduğu halde samırla irşada devam ediyor.
Böyle üzgün bir gün tavaf yaparken Cebrail aleyhisselam, geldi ve:
-Alay eenlerin hakkından gelmek için emir aldım, dedi.
Biraz sonra önlerinden Velid bin Mugire geçmez mi? Büyük melek, büyük Peygambere:
-Bu nasıl bir insandır? dedi.
-Kulların en kütülerinden biri.
Cebrail; Velid'in bacağını göstererek:
-Bunun işi tamam, dedi.
As bin Vail göründü.
-Ya bu nasıl biri?
-Bu da kulların en kötülerinden.
Melek, As'ın karnını işaret ederek:
-Onun da cezası tamam, dedi.
Cebrail, Esved bin Muttalip, Abb-i Yağves, Haris bin kays geçerken tek tek isimlerini sordu ve Allah'ın sevgilisinin onlara da kızgın olduğunu anlayınca; birincinin gözünü, ikincinin başını, üçüncünün karnını işaret ederek:
-Allahü teala, mbunların şerrinden seni kurtardı. Yakındra her biri bir belaya duçar olacaktır, haberini verdi.
... gerçekten az zaman sonra bu amansız kafirlerin her biri bir belaya uğrıdı... Velid'in bacağına bir demir parçası saplandı; her tedbir çaresiz kaldı ve kan kaybından öldü, As bin Vail'in ayağına diken battı. İlaçlar, hiç bir işe yaramadı. Ayak, deve boynu gibi şişti.
-Muhammed'in Allah'a beni öldürüyor! diyerek bağıra bağıra can verdi.
Esved bin Muttalib'in iki gözü birden kör oldu. Cebrail aleyhisselam, bunun kafasını bir ağaca çarparak canını cehenneme yolladı. Esved bin Abdi Yağves'in yüzü ve bedeni aniden simsiyah oldu. dehşete kapılarak evine koştu. Öz ailesi O'nu tanımayarak kovdular. kahrından, başını, yüzüne kapanan kapıya vura vura intihar etti...
Haris bin Kays'ın ölümüne ise bir tabak tuzlu balık yolaçtı. Sanki bir kaç tane balık yememiş de koca bir tu dağını yalayarak bitirmiş gibi ne kadar su iştiyse kanmadı. Okyanusu içse susuzluğunun gitmesi imkansızdı; ve bu sebeple suya kanamadan çatlayarak ölüp gitti.
Bunlar olurken ders alınmıyor muydu; ibret nazarı ile bakan yok muydu? Nerede o basiret. Bilakis aksi yapılıyor.
Mesela:
Hakem isminde bir bahtsız, resululalh yolda yürürken onun arkasında ağzını, gözünü, vücudunu oynatarak maymunluk yapıyor. Sevgili Peygamberimiz, Hakem'in bu maskaralığını görünce hep öyle kalması için dua etti. Gerçekten ömrünün sonuna kadar Hakem'in ağzı, yüzü, organları oynadı, durdu. hep öyle kaldı yani. Eden bulur.
.....
İşte böyle...
Dağ dağ sıkıntılar göğüslenerek mesafeler aşılıyor. O, bir sevgili olduğu, ne varsa uğruna halkedildiği halde yine de hakaretler, öldürme teşebbüslerri, zulümler... her şey kendi kaidesi içinde cereyan ediyor. yoksa yüce Allah, elbette beşerin en mükbulüne her imkanı verebilir...
Mesela:
Bir gün, yine, efendimizi üzmüşler. Bir kenarda oturmuş tefekkür ediyorlar. Bu sırada Cebrail aleyhisselam geliyor. Efendimizi selamlayarak O'na sözleri ile kuvvet ve destek veriyor. Aslında Peygamberimizdeki kudretin kimsede olmadığını izaha çalışıyor:
-Şu karşıdaki ağacı yanına çağır, diyor.
Resulullah ağacı çağırıyor; ağaç önlerine kadar geliyor.
-Gitmesini, söyle diyor Cebrail.
Ağaç Peygamberimizin emri üzerine yerine yürüyor.
............
İLK ŞEHİDLER
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLERE ÖLÜ DEMEYİN! BİLAKİS ONLAR DİRİDİR; FAKAT SİZ BUNU ANLAYAMAZSINIZ.
BAKARA 154
Feyz ve hidayet ocağının kapısında pençe pençe kan lekeleri... Müşrikler, akla gelebilen ve gelemeyen her yolla insanlığın rehberini yıldırmak istiyorlar. Saadet ocağının kapısındaki kanlı izler, bunun son işareti. Kureyşli dinsizler, bir kaba doldurdukları kana ellerini batırıyor ve kanlı pençelerini o kapıya vuruyorlar... Sabah olduğunda Resuller önderinin kapısında pençe pençe kan izleri görülüyor. Aslında kendi ruhlarının fotoğraflarını çıkarıyorlar. Yoksa böyle gariplikler yapmakla ne elde edilebilir ki... ve bir şey elde edemiyorlar da. Bu sebeple bu safhada Sevgili Peygamberimiz'in yakasından düşerek eshabı güzinden arkasız olanları seçip onlara tasalluta başlıyorlar. Fakat kötü bir başlangıç. Küfür, azınlığın azınlığı durumunda olan hak yolun yolcuları üzerine çok fena çullanmış ve dehşetli bir terör estirmeye başlamışlar. Bu şiddetli baskı, yanardağ lavları gibi coşkun imana sahip ilk müslümanları İslamiyetten alamamışsa da başka bir çok insanın müslümanlığını geciktirmiş ve hak dini tercih cesaretlerini kırmıştır.
Ağır ve geçmek bilmeyen günler. ne çileler. Allah'ım ne büyük imtihanlar!... kıpkırmızı bir gonca gül tomurcuğu, çıplak kayayı zorlayıp çatlatarak yol bulmaya çalışıyor. İlk müminler de cansız kayadan daha sert putperest bir cemiyeti zorlayarak ebedi saadetin fenerini yakmaya uzanıyor...
...karanlık bir mağaradan farksız Arabistan; Arabistan değil, bütün yer yüzü ışıl ışıl bir dünyaya çevrilecek. O bir avuç Peygamber bağlısı, fısıltılarla konuşarak, gizlice buluşarak gözden saklı köşelerde bunun imkanını araştırıyorlar. Bir yıldız kümeciği, ayın nurunu kapayan kalın bulut tabakasını delmeye; zorlanıyor..
Ve, bu müslüman öncülerin bayraklaşan hayatları; dünya durdukça söylenecek bir emsalsiz destan:
İsmi: Yasir İsmi: Abdullah
Dini: İslam Dini: İslam
Akıbeti: Şehid Yasir'in oğlu
.... Akıbeti: Şehid
İsmi: Sümeyye İsmi: Ammar
Dini: İslam Dini: İslam
Kocası: Yasir Yasir'in oğlu
Akıbeti: Şehid Akıbeti: Sonsuz
peygamber dostluğu.
Yasir, kimsesiz ve yoksul bir ademoğlu. Bir iş bulmak ümidi ile yollara düşerek memleti Yemen'e elveda ediyor ve günler sonra vardığı Mekke'de Ebu Huzeyfe bin Mugire'yi buluyor; hizmetkar olarak yanında çalışma başlıyor. Efendisi, Yasir'den ziyadesiyle memnun. Bu sebeple cariyesi Sümeyye ile evlendiriyor... Bunların Ammar ve Abdullah isminde iki erkek evlatları dünyaya geliyor. İki nur topu. Çocuklar, büyüyüp yetişiyorlar. Ebu Huzeyfe ve kabilesi Mahzumoğulları, Yasir'leri hep seviyorlar. Ama; bu temelsiz ve çürük bir sevgi. Hangi maksatla olursa olsun nefretle yer değiştirebilen sevgiye sevgi denemez! Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve Sellem, tevhidin ihtişamlı sancağını yükseltince Yasir, zevcesi Sümeyye ve oğulları Ammar ve Abdullah bir ağızdan "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" diyorlar.
Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüdür. Bu söz, ciğerleri dolduran nefes ve kalbden yükselen aşkla hayrırıldıktan sonra yeni bir dünyanın kapısı açılmış ve insanın varolma sebebi gayesini bulmuş demektir. bundan dolayı "buyur" denilen bu saray kapısından giren hiç kimse ve hiç bir sebep geri döndüremez...
Mahzumoğulları, daha nice şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdir. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefslerinin gafletinden olarak felaketlerine sebep olacak işlerin peşindeler.
Ramda adlı kayalık bir gölge. Güneşin en yakıcı olduğu saatler. Isı belki yetmiş-seksen derece belki de daha fazla.
Mahzumoğulları, dört kişiyi kıskıvrak bağlamış, kızgın sacdan farksız bu taşlarda türlü işkencelerle eziyet ederek İslamiyetten vazgeçirmeye çalışıyor... Bunlar Yasir, hanımı Sümeyye ve oğulları Ammar ile Abdulah.. dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden söken kan, ayaklarına doğru yol arıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor ama imandan küfre dönme tekliflerini onlar yine de:
-Derimizi yüzseniz, hatta etimizi dilim dilim kesseniz biz yine İslam dininden dönmeyiz! diyerek nefretle reddediyorlar.
Bir direniş ki, tarihin ender vak'alarından... O gün ölgün ve bitkin hale gelen Yasir ailesi bırakılıyor. Fakat sair günler Lat ve Uzzaya taptırmak için yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyor...
.......
Bu dört sahabiyi şimdi de Batha denilen yere götürmüşler orada işkence yapıyorlar. Birden Resulullah görünüyor. Eshabına yapılanlardan fevkalede müteessir olarak üç kere aynı şeyi buyuruyorlar:
-Sabredin ey Yasir ailesi, sebredin ve sevinin ki mükafaatınız cennet olacaktır!!...
O'nu görmüş olmak; sesini duymak, zulüm altındaki bu dört sahabiyi biraz ferahlandırıyor. Yasir, merakle soruyor:
-Ya Resulallah! Günler hep böyle mi geçecek?
Sevgili Peygamberimiz, suali bir dua ile cvaplandırıyorlar:
-Allahım! Yasirailesine rahmet ve mağfiretini ihsan eyle...
Hazret-i Resul'ün oradan ayrılmasından bir süre sonra Yasir, radıyallahü anh, insanın tahammül kuderetini aşan, işkencelere dayanamayarak ruhunu "rahmet ve mağfiret" sahibine teslim etti.
İlk şehid!...
İslam, ilk şehidini verdi...
Ebedi hakikat yoluna can feda edildi. Akın akın gelecek şehidler ordusunun ilk neferi şahadet şerbeti içti. O şanlı şehide bin selam olsun!
...Yasir, hanımı ve oğulları önünde işkence göre göre can verdi. Ama zulüm durmadı. Kafirlerin gözleri kan çanağı. Terden sırılsıklam olmuşlar, takatleri kesilmiş; fakat doymaz zalim hınçları ile diğer üç mümini dövmeye devam ediyorlar. İşte atılan bir okla Abdullah da cennete kanat açıyor.
Baş kafir Ebu Cehil, Sümeyye, radıyallahü anha'ya hem vuruyor; hem lisanla hakaret ediyor. Sümeyye hatun, bu çirkin hareketlerden birine cevap verince hayasızca saldıran ebu Cehil kelbi mübarek kadının ayaklarına ip taktırarak beklemekte olan iki deveye bağlatıyor ve hayvanlar, sür'atle zıt istikametlere sürülüyor.
...ve dehşetli an! Tüyler diken diken havada. Sümeyye latun parçalanırken çığlık çığlığa söylediği kelime-i Tevhid, çelik bir kırbaç gibi Ebu Cehil'in yüzünde şaklıyor.
Bu da ilk kadın şehid? Bu alçak muameleye; bu fütursuz kahpeliğe maruz kalan imanımızı borçlu olduğumuz o çilekeş büyük insanlar için sicim gibi göz yaşı dökülse yeridir...
Şehadet mertebesini yaratana şükolsun.
Ölüm acısını duymayan, sorgu sual görmeyenlere rahmet; cesedi çürümeyen, bilmediğimiz bir hayatla diri olanlara selam olsun!
Onlar ki şehid'dir.
Babası, kardeşi ve annesi gözleri önünde öldürülen Ammar'ı hayatta tutan tek kuvvet imanı. Yoksa annesinin o feci ölüm şekline yürek mi dayanır? kendisine yapılan eziyetlerse işkence ismindeki vahşetin tam ifadesi. Bir zırh giydirilerek dehşetli güneşin altında tutuluyor. Sıcaktan kor ateşteki demir gibi yanan zırh, Ammar radıyallahü anh'ı kavurdukça kavurdu ve kemiklerinin içindeki iliği bile eritti... "Öldü!" diyerek çekip gittiler. Bu büyük İslam kahramanı saatler sonra kendine geldiğinde bütün kuvvetini toplayarak binbir zorlukla Resulullah'ın huzuruna çıktı. O dağ gibi babayiğit insan çökmüştü..
-Ya Resulallah! Azabın her çeşidini tattık... dedi ve ağlamaya başladı.
Sevgili peygamberimiz sabrın zirvesindeki bu çileli insanın mübarek göz yaşlarını mübarek elleri ile silerek gönlünü aldıktan sonra dua buyurdular:
-Allahım! Sen de Ammar sülalesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma...
.......
Mü'minler, er an tehlikede. Müşriklerin ne zaman, hangi köşebaşında saldıracakları meçhul. Öyle bir-iki eziyet yapıp bırakmak da yok. Ellerine geçirdikleri yerde ısrar ve tehdiktlerle önce "dininden dön! Muhammede uyma!" tehdidini savuruyorlar. İstekleri reddolununca da gelsin alçakça işkenceler. bunlar, sadece kafir olsa neyse; aynı zamanda kör vicdanlı birer zalim.
İşte yine Ammar radıyallahü anh'ı yakalamışlar. Mübarek sahabi ateşle dağlanıyor.
-Lat ve Uzzaya inan! Muhammed'in Allah'ını inkar et!!! Haydi söyle! İnkar ettiğini de; desene!!! Yoksa ölümlerden ölüm beğen Yemen dilencisi!!!
Bu mümkün mü? O'na arkadaş O'na sahabi olma derecesine kavuşan biri bundan döner mi?
-Hayır!!! Putperestliğe asla dönmeyeceğim! ben artık hak yoladıyım. La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah!
Ucu pul kızarmış demir, vücuduna değdikçe "cazz" diye bir ses; yanık bir et kokusu ve dişlerini birbirini öğütürcesine sıkıp yüzünü buruşturan Ammar'ın "Allah!!!" diye yükselen feryadı. Feryat veya münkirlere verilen en büyük cevap! Bir protesto; muazzam reddiye. Efendimiz, sulmün tam üzerine geldiler. her şeyi çok büyük bir ızdırapla görüyorlar. Kadife gibi yumuşak elleri ile büyük mazlumun başını okşadıktan sonra ateşe:
-Ey ateş! İbrahimi yakmadığın gibi Ammar'ı da yakma! O'na da serin ve selamet ol, buyurdular.
Dua anında kabul edilmiş; işkence demiri buz gibi olmuştu. müşrikler, hayrette; lakin gözleri ile gördükleri mucizeye rağmen imana uzaklar. Bazan da bü yüksek sahabiyi boğulsun diye derin kuyulara atıyor veya güneşin altına yatırarak koca kayaları göğsüne koyuyorlar. Niçin? Müslüman diye; kendileri gibi inanmıyor diye? Bu hangi seviyededir! Bu nasıl insanlıktır? Katmerli cahillik!
Bu sıkıntılar içinde dahi sabahlara kadar namaz kılıyor ve ibadet ediyor... namazın en zor hatta imkansız şartlarda bile terkedilemeyeceğine canlı, çarpıcı ve ibretli misal. Rahat yataklardan çıkıp namaza kavuşmayanlar, hangi müdafaanın çürük gerekçesine sığınabilir?
İşkencelerden kalan yara izleri, ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmedi... en gerçek şeref madalyası.
Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş iltifatlara kavuşurdu:
-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen insan!... Bırakın gelsin.
KÖLELİKTEN SULTANLIĞA
YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ FERAHLANDIR.
HADİS-İ ŞERİF
Bir Mekke gecesi...
Aydınlık ve duru duru bir gece.
Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor dersiniz.
Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı, ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil...
Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde durduğu evin kapısını usulca tıklattı:
-Bilal!
...çıt yok. Karaltı az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi:
-Bilal! Bilal!
Susdu ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi.
Ohh nihayet geliyor.. Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu:
-Kim o?!
Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda cevap veriyor:
-Benim! Ebu Bekr!
Bilal, kapıyı aralarken:
-Hayırdır! dedi, gecenin bu saatinde mühimce bir şey olmalı.
-Seni İslam dinine davet için geldim!
Bilal şaşırdı. Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu:
-Ya Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı?
-Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi lazım..
Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı:
-Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda. Gizli gizli dinini yayıyor.
-Kim? Ben tanıyor muyum?
-Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil ve dürüst zat...
Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor.
-Zencisin diye seni aşağı görüyor ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok. Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins haksızlığa en büyük darbe.
Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden kaldırdı ve:
-Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin?
Bir menfaat peşinde olmasın?!
-Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun.
Bilal, bir müddet sessizce düşündükten sonra:
-Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi.
...Ve, aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı...
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi yıdır yıldır yanıyordu...
Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni.
........
Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma nimetine kavuştu.
Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor; ses o kadar güzel ve tesirli...
Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor.
...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler.
Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin de bekçisi.
İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi.
"Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı var mıymış?
Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor.
-Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet, dedikçe büyük sahabinin cevabı:
-Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!!
Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor.
Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir.
Yine "dininden dön" teklifi.
Yine red.
Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi,
-Şu koca taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor:
-Muhammed'i yalanla, diyorum sana!
İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin!
Cevap değişmiyor:
-La ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah!
Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları, kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor:
-Kum atın üstüne!...
Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir gibi nefes alıyor.
Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar:
veya... Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı yok... bilakis alay ediyorlar.
veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler.
Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı görüyoruz.
Umeyye:
-Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan!
Diyerek sövüp-sayıyor.
Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor:
-Allah birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad!
Sanki onlarla hiçt alakası yok.
Bunun üzerine kafirler, üç-beş kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek.
Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı... saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış. Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:
-Allah'ım senden gelen heş güzel...
İşte iman, işte müslüman.
Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım; bizi onlara benzet...
Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar.
Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor!
-Ne olmuş?
-Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor.
Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler, Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı:
-Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz!
Göğüs ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor.
-Hadi inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme!
Cevap, sakin, yumuşak telaşsız:
-Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir...
İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi, ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor.
-Allahü tealanın ismini söylemek seni kurtarır!
Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr, geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil.
-Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın?
Yüzler, Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın.
-Sana satmak mı? Niçin satalım. Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz.
Mesela:
-Kölen Amir ile değiştirebiliriz.
-Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver..
-Al senin olsun!
Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler.
Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma teklifini her defasında geri çevirmişti.
Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor. Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti:
-Bilal'i Allah rızası için azad ettim.
Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu.
Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun müezzini oldu.
Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam vermişti. Ezan okuyor; ne güzel ses Allah'ım! Ferahlandırıcı ve deruni.
O, ezan okurken gözler, yaşla, kalbler nurla doluyor.
BABA'NIN ZULMÜ
DE Kİ: MAĞRİB VE BAŞRIK ALLAH'IN MÜLKÜDÜR. O, DİLEDİĞİNİ DOĞRU YOLA İLETİR.
BAKARA: 142
Ey alemlerin Rabbi olan yüce Allahım; babama hasta yatağından kalkmak nasip eyleme!...
Bir beddua...
Ağza alınması zor, müthiş bir söz.
Bir evladın bababasının canını alması için niyazı.
Bu evlat, hem de eshabdan biri!
Nasıl olur?
Bir sahabi öz babası için nasıl böyle konuşuyor?
............
Halid bin Said, bir rüya görüyor. Korkulu bir düş,.. tasvir edilmez dehşetli ile cehennem.
Ateş, insanı tepeden tırnağa korku içinde bırakıyor. Korkonç bir yer.
Halid, cehennemin kıyısında ve kaynayan, homurdanan ateş, gürül gürül... tam bu sırada arkasında babası Ebu Uhahya beliriyor.
Ama bu adam çılgın... oğlunu cehenneme itekliyor. Halid, düştü düşecek; sallanıyor. Kibirden iki cihan sultanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, zuhur ediyor ve Halid bin Said'i belinden yakaladığı gibi ateşin ağzından çekip alıyor...
...Bir feryatla tavan inip kalkıyor adeta... Halid, Cehennemden kurtarıldığı an kopardığı feryatla uykudan sıçramış ve yatağından doğrulmuş oturuyor...
Hala korkular içinde. Yemin ediyor:
-Vallahi bu rüya aynen doğru!..
Sıkıntıdan boğulacak gibi. Hava almak üzere kendini sokağa atıyor. Gecenin erken saatleri olduğu için tek tük insanlar geçmekte. Bir dost çehresi arıyor. şu karşıdan gelen aşina biri galiba.
Gecenin mavi loşluğunda bunun Hazret-i Ebu bekr olduğunu anlayınca seviniyor... rüyasını anlatabileceği aklı başında bir insanı görmenin memnuyeti.
Hazret-i Ebu Bekr radıyallahü anh'ın önünde duruyor. Hoşbeşden sonra rüyadan bahsediyor.
-Sahih bir rüya görmüşsün. Ebu Kasım son peygamberdir. Koş kendisine tabi ol!
Halid bin said, pür dikkat ve pür heyecan dinliyor:
-Rüyanın tefsirine gelince: Sen Muhammed ül Emin'in dinine girecek ve dava arkadaşı olacaksın. Yani O, seni rüyadaki gibi cehenneme düşmekten koruyacak. babansa maalesef cehennmlik olacak.
-Öyle ise ben hemen O'na gidiyorum.
Mübarek Peygamberimiz bu sırada eccyad adlı yerde.Halid, Peygamber aleyhisselam'ın huzuruna çıktı... Heyecanını saklıyamıyor.
-Ya Ebul Kasım, sen insanları neye çağırıyorsun?
-Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeye ve duymayan, görmeyen, fayda ve zarar vermez, kendisine tapanları da, tapmayanrı da bilmeyen taş parçalarına ibadet etmekten vazgeçmeye davet ediyorum.
Peygamber kelamı, Halid'in kalbini pamuk gibi yumuşatmış ve önünde yeni ufuklar açmıştı. Bu ne güzel davet böyle. İnsanı haysiyetine, insanı insanlığını idrake davet, insanı mantıksızlıktan, küçüklükten, basitlikten kurtulmaya davet.
Mevlam bir kere nasip etmiş ya. Büyük devlete elbette kavuşacak... işte ikrarda!
-Allah'dan gayri ilah olmadığına şehadet ederim. Ve yine şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin...
İslamın altın zincirine beşinci halkanın eklenmesi efendimizi çok sevindirdi... Hem de iyi yetişmiş ve kültürlü bir insan.
Halid bin Said radıyallahü anh'ın İslamiyetle şereflenmelerini önce hanımı Ümeyye radıyallahü anla ve sonra kardeşlerinden Ömer bin Said radıyallahü anh takip etti.
Bunlar da "Sabikun-evvel" tabir edilen ilk müminlerden.
İki kardeş, Mekke'nin gözden saklı bir yerinde namazdalar... Huşu içinde ibadet ediyorlar. namazı henüz bitirmişlerdi ki diğer kardeşlerinin yanlarına geldiğini fark ettiler.. Babaları çağırıyordu; Ebu Uhayha. Azgın bir islam düşmanı olan Ebu Uhayha.
Gittiler... baba, sanki barut fıçısı. Bütün kızgınlığının hedefi Halid bin Said.
-Doğru mu? Sen Muhammed'in dinine girmişsin, doğru mu?
Gözlerinde nefret şimşekleri çakıyor. Asil sahabi ise alabildiğine sakin:
-Evet; doğru!
-Çabuk vazgeç ve özür diler! Sen, O'nun dini ile adetlerimize, inançlarımıza, putlarımıza, mazimize hakaret ettiğini biliyor musun?
O- doğru söylüyor. dedikleri hep doğru. Kendisine daha düne kadar 'Muhammed'ül Emin' diyen siz değil miydiniz? Yemin ederim ki islamiyet hak din. Geri dönmem mümkün değil. Dinimden çıkmaktansa ölmeyi tercih ederim! Derdemez Ebu Uhayha, elindeki sopayı Halid bin Said radıyallahü anh'ın kafasına kafasına indirmeye başladı. Bir taraftan da tehdit ediyor:
-Bundan sonra sana aş-ekmek yok! Seni söz dinlemez inadçı evlat seni!
Hazret-i Halid efendimiz, sopalardan korunmaya çalışırken verdiği cevapla tehdidi bir kağıt gibi yırtıp parçaladı.
-Sen nafakamı kessen de Allahü teala, rızkımı ihsan eder!...
-Hala konuşuyor. Çabuk şunu mahzene tıkın!
Ebu Uhayha'nın elindeki sopa Halid radıyallahü anh'ın üstünde parçalanmıştı... kafası yumurta gibi şişler içinde kalan, yüzünden kanlar sızan, mübarek sahabiyi evin havasız, ışıksız ve faerelerin cirit attığı mahzenine hepsettiler..
Ebu Uhayha, diğer çocuklarının onunla konuşmasını yasakladı...
Hazret-i Halid, sıcak Mekke havasında burada üç güç aç-susuz hapis kaldı. Fakat Allah'ın lütfu ile bir fısatını bularak kaçıp firar etti ve şehrin dışında bir yere gizlendi...
Kafirlerin, zulmü iyice azmış ve müminler, efendimizin talimatı ile Habeşistan'a Hicret etme hazırlığına başlamışlardı.
İşte bu sırada Ebu Uhayha, ağır şekilde hastalanarak yatağa düştü. O hasta halinde bile "şu müslüman oldu; falan da müslüman oldu" gibi haberleri aldıkça öfkeleniyor ve:
-İyileşirsem bir kişi bile putlardan başka bir şeye ibadet etmeyecek.Buna fırsat vermiyeceğim, diyordu.
Bu zalim niyet, Halid bin Said'in yani Ebu Uhayha'nın zulmünden kaçan oğlu'nun kulağına geldi...
İman-küfür mücadelesinde baba mı dinlenir? Ya iyileşir de müslümanlara sıkıntı verirse?! Bu sual, büyük sahabiyi huzursut etti. Öyleyse O'nu Allah'a havale etmeli...
Bu şartlarda dua ve beddua eldeki tek silah...
...dua kabul oldu ve yer yüzünden bir müşrik daha eksildi...
DARÜL İSLAM
O KAFİRLER, İMAN EDENLER İÇİN; "EĞER ONDA (İSLAMİYETTE) BİR HAYIR OLSAYDI BU HUSUSDA ONLAR (FAKİRLER, ÇARESİZLER) BİZİM ÖNÜMÜZE GEÇEMEZLER, BİZDEN ÖNCE ONA KOŞMAZLARDI" DEDİLER. HALBUKİ ONLAR, ONUNLA (KUR'AN-I KERİMLE MÜ'MİNLER GİBİ)HİDAYETE KOŞAMADIKLARI İÇİN (KUR'AN-I KERİMİ İNKAR ETMEK İÇİN) "BU KUR'AN-I KERİM (MUHAMMED'İN ORTAYA ÇIKARDIĞI) ESKİ BİR YALANDIR" DİYECEKLERDİR.
AHKAF: 11
Madem ki Kur'an inzal olacaktı; niçin Haşimilerden Abdullah'ın yetimi seçilmişti? Halbuki Mekke ve Taif'de nice büyü zenginler, herkesin hürmet gösterdiği liderler ve güngörmüş ihtiyarlar vardı... bunlar dururken Peygamberliğin ona gelmesi... böyle mbir eyi akılları almıyordu.
Velid bin Mugire ile diğerlerri de böyle düşünmüyor mu?
Velid:
-Muhammed'e gelen şu Kur'an keşke iki memleketten birinin büyüğüne; mesela Ümeyye bin Halef'e inseydi derken; bir islam düşmanı elini arkadaşının omuzuna koymuş başıyla onu tasdik ediyor:
-Doğru diyorsun dostum! Veya senin gibi birine gelmeliydi...
-Teşekkür ederim... kendim için konuşmuyorum ama; mesela Sakif kabilesinden biri Mes'ud bin Amir veya Kinane bin Abdi yalil, Muattib veya Urve, nebi olsaydı daha yerinde olurdu.
Sanki kendilerine sorulacaktı. Cenab-ı Hakkın rahmetini onlar mı bölüşüyor ki bu işe karışırlar?
Kureyş'in bir de eskiden beri ürüp gelen aileler arası rekabet ve iç çekişme meselesi var. eğer Haşimioğullarından bire resul olarak kabul görürse bu aile, diğerleri ile mukayese kaebul etyecek derecede arayı açacak. ebu Cehil ve kafadarları bunun da korku ve kıskançlığını yaşıyorlar. Ebu Cehil, kendi kendine soruyor:
-Haşimilerle hep yarıştık. Onlar, halka ziyafet verdi, biz de verdik. İhtilaflarda diyet ödediler, biz de ödedik. Halka ihsanlarda bulundular, biz de ihsan ettik. haşimioğullarıyla şan şöhret hususunda atbaşı koşturduk durduk. Şimdi ise kendine gökten vahiy geldiğini iddia ettikleri bir Peygamberimiz var, diyorlar. bune denk birini nasıl bulalım? Asla asla! O'na asla inanmayacağız!...
Kalbi mühürlü nasipsiz Ebu Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni müslüman olmuş hherkese koşarak bu mes'ud kimse zengin biri ise "seni batırırız. Servetini yok ederiz", diyerek, şeref ve itibarı yeksekse "seni rezil eder, halkın içine çıkamaz hale getiririz", diyerek, fıakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle islam dininden koparmaya uğraşırdı.
Zinnire radıyallahü anha'nın da ebedi saadet yolunu seçtiğini haber aldılar... 'bu kölelere de n'oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme cesateri gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir böyle!... İster erkek ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cazalara çarptırılmalı ki diğerleri aynı hataya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin'.
Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu ama sahabi imanı karşısında kötülükler güneş altındaki kar gibi eriyor... Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi kimsesi olmayan bir köle.
...İşte, EbuCehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş onu zorla irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hatun'un gözleri dışarı uğramış, rengi uçmuş, vaziyeti perişan olduğu halde:
-Muhammed'in yolundan dön ve Lat ile Uzza'nın ilahlığını kebul et! Tekliflerini şiddetle reddediyor.
Ebu Cehil, yorulunca başka kafirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikayesi böyle. Sıcak güneş altında aç susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama... ve, elhamdülillah, şahane bir irade ve iman mukaveti ile en küçük sarsıntının olmaması. Küfrün ummadığı bir netice. Küfür, aşamadığı dağlar karşısında...
Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor. İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur... Müşriklerin keyfi yerinde... ebu Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor:
-Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl kör etti?...
-Hayır ya Eba Cehil; Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilah diyenlenden haberi var, ne nefret edenlerden. Onlar hiç bir işe yaramaz. Lakin benim ezeli ve ebedi olan Allahım göz nurumu elbette iade edebilir... O her şeye kadirdir.
Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği iman ihtişamına hayret ediyorlar...
Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anha görür oldu. Hem de eskisinden daha iyi görüyor.
Ebu Cehilller imana gelse ya!
-Bu da Muhammed'in sihri. Yahi şu köle bizden daha mı akıllı ki doğruyu buluyor. Dinleri kabule layık olsaydı önce biz inanırdık...
Cenab-ı Hak, bu kibir dolu sözleri Ahkaf suresinin onbirinci ayet-i kerimesi ile cevaplandırdı...
Nehdiye, Lübeyne, Ümmü Ubeys müslüman oldukları anlaşılarak işkence ile küfre dönmeye zorlanan diğerbazı islam hanımları.
...en ağır zulüm, en vahşi işkencelere katlandılar; aç susuz kaldılar, vücutları yaralardan sızım sızım sızladı, ölümü şehidliğe giden yol gördüler ve şehid oldular.. İlahi aşk ve Resululalh sohbeti onları bir anda değiştirdi. Çağlayanlar gibi iman, şaşılacak irade, yorulmayan azimle asla, asla, asla yılmadılar. Çetin imtihanlardan geçerek onlar "eshab-ı kiram" oldular; Peygamberimize arkadaşlık rütbesine ravuştular ki bu rütbeye, bu manevi yüksekliğe sevgili Peygamberimiz'i göremeyen yüksek veliler en büyük alimler dahi varamadı. Ve bu iman ve hayat anlayışı ile kıyamete kadar gelecek müslümanların değişmez rehberi oldular.
İşte altıncı müslümün; ilklerden Habban bin Eret, radıyallahü anh. Kalbi Allah ve Peygamber muhabbetiyle lebaleb dolu... küfür ehli, müslüman olduğunu anlayınca Habbab'a gördükleri yerde çullanıyor ve yeni dininden çevirmek için iknaya uğraşıyor; başarılı olamayınca 'bu da can taşıyor' demeden kuduz köpekler gibi saldırıyorlar... Hele şu manzaya bir bakın;
Büyük sahibinin gömleğini almışlar. Suları fokur fokur kaynatacak kadar sıcak saatler.. Vücuduna ateş gibi taşları basıp basıp çekerken:
-İnat etme gel Lat'ı Uzza'yı tanrı bil, diye bağırıyorlar. Ama O, her defasında kızgın taşlardan ta ciğerine kadar kavrulduğu halde:
-La ilahe illallah Muhammedün Resulullah! diye haykırıyor.
Ve bu mutlak doğru söz, zalimleri şaşkına çeviriyor. şu sıkıntılar içinde bile bir kölenin böylesine yiğitçe direnmesi kendileri gibi, bir dediği iki olmayan Mekke eşrafına karşı gelmesi aıl ve hafsalalarına sığmıyor. Çıldırıyorlar. Çalılar toplayarak Habban'ın vücudunu yukardan aşağıya, ayağıdan yukarıya dikenlerle tarıyorlar. Sivri ve sert dikenlerin açtığı derin çiziklerden yol yol kanlar koşturuyor. Susuzluktan ağzındaki tükrük kurumuş, vücudu taşlarla yakıldıktan sonra dikenlerle tarla gibi sürülmüş mübarek insan, Allah'a şirk koşanlara inat dişlerini sıkıyor ve kalan bütün gücünü topyalarak ünlüyor:
-Allah!...
Müşrikler, netice alamayınca dağılıyor. Hazret-i Habbab, zorlukla evine dünüyor. İstirahat mı edecek? Yaraları mı pansuman yapılacak? Ne gezer! evde başka bir zalim var. Habbab'ın sahibesi Ümmü Enmar adlı kafir kadın.. Eziyetlerden kolu kanadı kırılmış ve o bitkinlikle bir kenara yığılmış kölesine bir kadın vicdanına en aykırı gaddarlıkla zulümler yapıyor... İşte, elinde ateşte kızartılmış demir, kölesinin üstüne yürüyor. Sinsi ve merhametsiz adımlarla yaklaşıp Habbab'ın bışını bir kaç yerden kızgın demirle dağlıyor. Aklı sıra Lat ve Uzza adına intikam almakta. Hırsı tatmin olunca çekip gidiyor.
Kabus ve azaplarla dolu bir gece daha geçiriyor. ama izleyen sabahlarda rahat var mı? Mü'minleri azlık, müminler bir avuç ve çoğu köle, kimsesiz, yoksul. Onun için bir mümin münkirlerin gözüne çarpmaya görsün hemen üzerine üşüşüyorlar... Habbab, yine ellerine düşmüş. Ama o da ne? Eyvah! Bu sefer diri diri yakacaklar O'nu. Meydana yığdıkları odunları ateşlemişler.. merhamet mahrumu insafsız zalimler, bir cinnet anının buhranını yaşarcasına yüzleri sert yaylar kadar gergin ve asabi. Alevler, bir adam boyu yükselince büyük sahabiyi elinden ayağından tuttukları gibi ateşin ortasına fılatıyorlar. Alevler, bir kızı ahtapot gibi avğnğ dört taraftan sarıyor... istiyorlar ki yalvarsın, istiyorlar ki pişmanlığını dilegetirsin, dininden dönsün, el ve ayaklarına kapansın... şaşkınlar! Siz sahabinin ne demek olduğunu bilseniz böyle düşünmezsiniz. İçi Allah aşkı ile dolu olana ateş ne yapar ki. Ateşbile Rahmanın emrinde değil mi, İbrahim aleyhisselam'ı yaktı mı, Ammar radıyallahü anh'ı yaktı mı? Bir düşünseler, bunu bir idrak edebilseler...
Fakat küfrün koyu zulmeti gözlerini bürümüş; kat kat gaflet içindeler. Habbab radıyallahü anh'ın göğsüne basıyorlar ki ateş bir an evvel kavurup kömür etsin... Ama seçilmiş insanın sırtında bir iki yer yandıktan sonra o mübarek vücut, ateşi söndürüyor... kafirlerin aklı almıyor bunu. Bari sussalar. Hayır! Ucuz yorum ve dillerinden düşmeyen yave hazır:
-Bu da sihir!
Akıllarını sihirle bozmuşlar. ne hikmettir? Peygamberlerin Peygamberini bu kadar yakından gör, senelerce üstün ahlakına şahidlik et; sonunda gel onun tebliğine düşman ol.
............
Habbab radıyallahü anh, dua talebi ile yüksek huzurda:
-Ya Resulallah! Beni dışarıda müşrikler ateşe atıyorlar; evede Ümmü Enmar pul pul demirler başımı dağlıyor; işte yaralarım. Şerlerinden kurtulmam için dua buyurmanızı istirham ediyorum.
Sevgili Peygamberimiz, dini için bu kadar eza ve cefa gören aziz sahabiye üzüldüler ve dua ettiler:
-Ya Rabbi! Habbab'a yardım et.. dediler ve devamla:
-Sizden evvelki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri kazılır, etleri soyulurdu. Ama bu işkence onları yine dinlerinden çeviremezdi. Müminleri tepesinden aşağıya testere ile ikiye bölerler, fakat imanından taviz koparamazlardı. Yüce Allah, islamiyeti elbette ikmak edecektir... Fakat siz acele ediyorsunuz...
Bir gün Ümmü Emmar'ın başı şiddetli şekilde ağrımaya başladı... sabahlara kadar ızdırıp çekiyor; inim inim inliyor. Kahin, sihirbaz, ilaç her şey nafile. Neticede, başının ateşde kızartılmış demirle dağlanması öğütleniyor. Bunu yaprsa acıları dinermiş.
Habbab'a çağırdı ve emretti:
-Acılarım azanca bir çubuk kızart ve başımı dağla.. Ağrı krizleri başlayınca Hazret-i Habbab, müşrik kadının kafasını cazır cazır dağlıyor.
Elbette! kim dua buyurmuştu...
.........
Bir avuç aşk ehli eziyet gördükçe, zulüm ve işkence çektikçe birbirine daha çok sarılıyor. Hepsinde örnek ahlak ve yüksek fedakarlıklar. mesela Hazret-i Ebu Bekr; islamiyetin henüz zuhur ettiği o zor günlerde unutulmaz hizmetler veriyor. peygamberimizi kabul eden kadın-erkek köleleri para verip satın aldıktan hürriyetlerine kavuşturuyor... Babası; merak ediyor:
-Oğlum; bu zayıf köle ve cariyelerin diyetlerini ödeyerek azad edeceğine; güçlü-kuvvetli olanlarını satın alsan daha iyi olmaz mı? Seni zor zamanlarda himaye ederler.
-Babacığım; Allah'ın rızasını kazanmak için böyle davranıyorum.
Bütün işkencelere rağmen islamiyeti seçenler çoğalmakta. Mü'minler, çoğaldıkça da müşrikler, köpürüyor. İşkence, şiddet ve sulüm, müslümanlara azgın okyanus dalgaları gibi çarpmakta.
Bunun üzerine Resulullah, eshabını bir araya toplamaya karar veriyorlar. emin bir yerde kuvvet birliği yapılacak. islamiyet anlatılacak; mü'min olmak isteyenler burada imana gelecekti. Bu baksatla ilk müslümanlardan erkam bin Ebil Erkam'ın evi karargah ittihaz edildi. Safa tepesinin doğusunda dar bir sokakta bulunan ve Kabe'yi gören stratejik bir mevki... Mü'minler burada gizlice toplanıyor. efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, sohbet buyururken pür dikkat dinliyorlar. Hiç bir kelimeyi kaçırmadan islamiyeti öğreniyor ve başkalarına da öğretiyorlar. Erkam radıyallahü ahn'ın evi ilk müslamanlar için hem kale, hem mektep, hem mescid, hem dergah. Hazret-i Hamza, Süheyl bin Sinan gibi bazı eshab bu evde kelime-i şehadet getirerek islamiyeti seçti.... Hazret-i Ömer'in hidayetine kadar islamiyet, buradan intişar etti. İlk dar ül islam; ilk islam yurdu burası...Dar ül Erkam müesseseleşmede ilk adım.
Müminlerde böylece cemaat şuuru gelişiyor. Ümmetin ilk nühvesi... işte bu cemaat, bir gün kendi aralarında konuşarak şu ana kadar Peygamberlerden gayri hiç kimsenin kaffirlere ayet-i kerime okuyamamış olmasına hayıflanıyorlar. Abdullan bin Mes'ud radıyallahü anh:
-Bu işi ben yaparım, diyor.
-Ziyan görürsün. Ailen kuvvetli değil. desteğin yok!
Diye yapılan itirazlara aldırmadan Kabe-i Şerife; Makam-ı İbrahime geliyor. Ortılk kafir dolu... Mübarek sahabi zerrece korkmadan yüksek sesle besmele çekerek Rahman suresini kıraate başlıyor.
Münkirler irkiliyor:
Bu ne okuyor böyle, diye birbirlerine soruyorlar.
Muhammed'in getirdiklerini.
Ya öylemi? Şimdi okumak nasılmış görür!
Abdullah bin Mes'ud'a tekme ve tokatlarla saldırıyorlar; fakat büyük mücahid o şartlarda bile okumaya devam ediyor.
Ellerinen kurtulduğunda yüzü gözü şiş ve yaralıydı. Ama ilk defa küfrün üzerine yürünmüştür ve bu yürüyüş, istikbalde çığ gibi yürüyecektir.
Bir gün de Ebu Düb vadisinin ıssız bir köşesinde Sa'd bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdullah bin mes'ud Habbab bin Eret cemaatle namaz kılıyorlar... Bir grup müşrik nasılsa bunu haber almış ve yanlarına gelerek alay etmeye başlamışlardı.
Namaz bitince mü'minler, bu yılışık kafirleri bir güzel tartakladılar. Sa'd bin Ebi Vakkas, eline geçen bir deve kemiğini kılıç gibi kullanarak alaycılardan birinin kafasına indirdi... elhamdülillah, kafirlerden birinin kafası yarılmış kan akıyor. Küfür, kan kaybetmeye başladı... Müminler, Müminler kafirleri önlerine katıp kovalıyarak oradan, def ettiler... küfür, geriye doğru saymaya başlamıştır.
bunun farkında değil. İyi ki de deği!
Ordulaşacak cemaatten ilk işaret...
ALLAH ve RESULÜNÜN
MUHABBETİ UĞRUNA
Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun.
Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli:
Yani:
Mus'ab bin Umeyr.
Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip.
Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor...
Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor...
Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır.
Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok?
Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor.
Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz!
Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor.
Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi.
Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir.
Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor.
... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor.
-Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!
İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı.
Nasihatleri;
Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı.
Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı.
Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle?
Ama ne hepis ne işkence...
-İslamiyetten dön!
Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!!
Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri:
-Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!..
...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor...
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!...
Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından.
.......
Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı.
Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine?
Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor.
Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor.
Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için.
Bütün bunlar yok ama; Allah var.
Allah'ın habibi var...
Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında.
Allah var gam yok.
Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...
Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor...
O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur.
Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:
-Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir.
YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI
RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN.
Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar...
Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu.
...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü.
Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu...
-Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen.
Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki...
Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya!
Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!..
Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti.
Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi.
Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu.
Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü...
...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur.
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor:
Boynu bükük olarak halini arz ediyor:
-Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım.
Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım.
Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular...
Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh...
Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak...
Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil.
Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik?
Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı.
Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder