Tur Dağı ; Tur, Mısır'ın Sina bölgesinde bulunan, Süveyş kanalının başlangıcına yakın olan bir
kesimde olan şehirdir. Rakımı 395 m olup, nüfusu ise yaklaşık 17000
civarındadır. Zaman dilimi olarak Doğu Afrika nın zaman diliminde bulunur. Tur dağı,
dinler tarihinde de çok önemli bir yere sahiptir. Kurak yarımadada ki 2662
m civarındaki Aziz Katerina dağından sonra bölgedeki en yüksek ikinci
dağdır.
Tur dağı Tevrat kitabına göre,
Musa peygamberin öncüleri olduğu ibranilerin, Mısır dan çıkarken duraklayıp,
Musa'nın Allah ile konuştuğu ve On emri aldığı yer olarak bilinmektedir.
Kur'an-ı Kerimde bu konu Ta-Ha suresinde de anlatılmaktadır.
Tur dağı, Musa'ya Allah tarafından yazdığı iki taş levhanın Musa'ya
verildiği yer olarak geçmektedir. Ayrıca Musa Tur Dağında elde ettiği şeyleri, ahit sandığı adı da verilen sırlı bir sandığa
koymuştur. Bu gizli sandık tahminlere göre Tarsus ilçesinde bir mağarada
bulunmaktadır ve bu sandığı ortaya Mehdi nin çıkaracağına
inanılmaktadır.
Tur dağı hem tarihi
hem de dini olarak, oldukça dikkat çeken ve merak edilen bir bölgedir.
Günümüzde de oldukça ilgi görmekte ve fotoğraflanmaktadır.
Tur Dagı hangi ülkede?
Mısır'ın bir ay boyunca altını üstüne getiren bir gezgin olarak
bana ülkenin en güzel yeri neresi diye sorarsanız vereceğim tek cevap
var: Tur dağı. Mısır'da bulunduğum müddetçe hayatımda görmediğim manzaralar ve
duygular ile karşılaştım
Tur dağında ne oldu?
Musa, kendisine inananlarla Mısır'dan çıkıp giderken orada Allahu Teâla
ile konuşmuştu. Bu yüzden Kelim sıfatını almıştı. Yine Tûr-ı Sinâ'da Hz. Musa, Allah'ı görmek için niyazda bulunmuştu ve Allah dağa
tecelli edince dağ paramparça olmuştu
Sina ve Tur dağı Aynı mi?
Musa'nın Tanrı ile konuştuğu ve On Emir'i aldığı yer olarak
da Sina Dağı diğer tanınan adı ile Tur Dağı tarihi kaynaklarda geçmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bu konu Ta-Ha
suresinde geçmektedir. Sina Dağı, Kurak yarımadada da bulunan 2629 metre yüksekliğe haiz Aziz
Katerina Dağı'ndan sonra gelen ikinci en yüksek dağdır
Mısır’ın bir ay boyunca altını üstüne getiren bir gezgin olarak bana
ülkenin en güzel yeri neresi diye sorarsanız vereceğim tek cevap var: Tur
dağı. Mısır’da bulunduğum müddetçe hayatımda görmediğim manzaralar ve
duygular ile karşılaştım. Fakat ne piramitlerin tarihi, ne Kahire’nin
kalabalığı, ne mistik müze gezileri, ne de arka sokaklardaki uçurumun
aşağısındaki hayatlara tanık olmak beni bu kadar heyecanlandırmamış ve
tatmin etmemişti. Hep birşeyler eksikti.. Ta ki Tur Dağının zirvesine
varıncaya kadar.
Tur dağı seyahatimize Kahire’den kiraladığımız bir araç ile başlıyoruz.
Akşam vakti Kahire’den yola çıkıp yavaş yavaş Afrika kıtasının sınırlarına
doğru ilerliyoruz. Yol boyunca etrafımızda karanlığa gömülmüş uçsuz
bucaksız çöl toprakları bizleri hayallere daldırıyor, bu da gecenin serabı
olsa gerek.. Aslında yolculuğumuz Mısır’da gördüğümüz tarihin bir özeti
gibi. Piramitler, Firavun’un zulmünden kaçan İbraniler ve şu an gittiğimiz
yol Hz. Musa’ın arkasından giden o kalabalığın gittiği yol.
Yolumuz Süveyş kanalına yaklaştıkça gözümüzde Kızıldeniz’e kadar gelip
dayanan kalabalık canlanıyor. Şimdi kanalın altından yapılan tünelden
geçerken ise Hz. Musa’nın peygamberlik mucizesi olarak asasını
Kızıldeniz’e vurarak yol açması ve içerisinden İbranilerin geçmeleri
aklımızda canlanıyor. Son İbrani’nin de ayağını toprağa basması ile
Firavun ve askerlerinin üzerine kapanan Kızıldenizi düşünmek ise sonu
görünmeyen Süveyş tünelde insanı ürpertiyor. Biraz asfalt, biraz toprak
yollardan geçtikten sonra Tur dağının eteklerinde Turistler için yapılmış
park yerine varıp aracımızın içinde bekliyoruz.
Herkes yola çıkmadan önce duyduğumuz meşhur dondurucu çöl soğuğundan
korkusuna kapıyı açamıyor. En sonunda meraklı bir el kapıya uzanıyor ve
dondurucu soğuğu iliklerimize kadar hissediyoruz. Etrafımızda çalışır
durumda bir sürü araç var ve herkes araçlarının içerisinde yola çıkmak
için doğru zamanı bekliyor. Saatlerimiz geceyarısını gösterdiğinde
araçlarımızdan çıkıp, park yerinin etrafındaki kafelerden sıcak birşeyler
içerek yolumuza başlıyoruz. Yolumuzun başlangıcında bir kafilenin arasına
kaynayarak pasaport kontrolünden geçiyoruz.
Bu dağlardan çevre ülkelere kaçan insanlar çok olduğu için yolun
başlangıcında böyle bir uygulama yapılıyormuş. Dondurucu soğukta
ilerlerken duyduğumuz garip tavsiyeler bizi endişelendiriyor. Soğuktan
kulağımız ve burnumuz soğuktan donabilirmiş, ani darbeler ve kaşıma bile
kırılmasına sebep olabilirmiş. Nitekim tripodumu kurarken sert olan bir
menteşenin donan parmağımı kanatması bu dedikoduyu doğruladı. Zifiri
karanlıkta yolculuğumuza eklenen bu karamsarlıkları, yolumuzun ucunda
görünen ve hiç bu kadar net ve çok yıldızı bir arada görmediğimiz gökyüzü
aydınlatmaya ve unutturmaya yetiyordu.
Gittiğimiz yol belki de Hz. Musa’nın yürüdüğü yol idi. Tuva vadisinden
geçerken kimileri dondurucu soğuğa aldırmadan Hz. Musa’ya gelen emire
uyarak ayakkabılarını çıkarıp yalın ayak yürüyorlardı. Herkesin elinde bir
fener, çoğu ilk kez geldiği kenarları taşlar ile işaretlenmiş bu yolu
sonunu bilmeden adımlıyorlardı. Yol boyunca yanlarında develeri ve
eşekleri ile haydi binin, daha fazla yorulmayın diye para kazanmaya
çalışan bedevilere yolun başında pek rağbet edilmese de dağ tırmanmaya
alışık olmayan günümüz insanı zorlu yolda ilerledikçe, bedelini
umursamadan binip yoluna hayvan sırtında devam ediyor.
Bir müddet yürüdükten sonra karşımızda beliren ışıklar bize yolun sonu
hakkında umut verse de burasının Saint Catherina Manastırı olduğunu
öğrenerek daha yolun başında olduğumuzu anlıyoruz. Sırt çantamdaki toplam
on kiloluk fotoğraf ekipmanları yol boyunca ağırlaştıkça ağırlaşıyor.
Bırakıp geri dönesi geliyor insanın. Toprak yol daralmaya, yoldaki kaya
parçaları artmaya başlıyor.
Yolculuk her adımda daha da zorlaşıyor. İnsanlar yavaş yavaş
kiraladıkları binek hayvanlardan inmeye başlıyorlar, yokuşlar gitgide
dikleşiyor ve sonunda yürüyüş yolu bitip merdivenler başlıyor. İnsanlar
sakın dinlenmeyin diyorlar, yoksa yolunuza devam edemezsiniz, takatiniz
kesilir. Yalın ayak tırmananlar, hatta koltuk değneği ile tırmananları
gördükçe kendimizden utanıyor, yorgunluğumuzu unutuyor ve tırmanmaya devam
ediyoruz.
Yaklaşık üç saat tırmanıştan sonra zirveye yakınlaştığımızda, çadırdan
bozma kafeler görünüyor. Çay, kahve sıcak ve soğuk içecekler, biraz
atıştırmalık ne ararsanız var. Ama gidiş yolunda zirveye göz diken
kalabalıktan burada pek duraksayan yok. Herkes zirveye ulaşıp dünyanın en
güzel gün doğuşu manzarasını izlemenin derdinde.
Zirveye ulaştığımızda muazzam bir kalabalıkla karşılaşıyoruz.
Genci-yaşlısı, Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi, Mecusisi ile çeşit çeşit
dil ve ırktan bir sürü insan. Mısır’ın hiçbir yerinde görmediğimiz
kalabalığı ve turist çeşitliliğini burada görüyoruz. Zirvenin en
yukarısına küçük bir mescit inşa etmişler, burada Müslümanlar namaz
kılıyor. Mescidin az aşağısında bir kilise ve onunda az aşağısında bir
havra inşa edilmiş. Kalabalığın arasından, karanlığın içinden ilk gözümüze
çarpan bu ortak paydada buluşan inançlı kalabalık oluyor.
Kalabalığın arasından sıyrılarak dik bir uçurumun kenarında gün doğuşunu
izlemek için kendimize harika bir yer buluyoruz. Fotoğraf makinamızı kurup
manzaranın seyrine dalıyoruz. İlk önceleri hilal şeklinde bir ay ve koyu
mavi gökyüzü olan manzaramızın ortasından güneşin hafif bir kızıllığı baş
gösteriyor. Böylece çevremizde olup biteni daha net görebilme fırsatı
buluyoruz. Rengarenk bir atmosfer. Manzaramızda ne kadar renk varsa
daha fazlası çevremizdeki meraklı gözlerle bakan insanlarda. Neredeyse her
milletten, çeşit çeşit dillerden ve dinlerden muazzam bir kalabalık.
Herkes dünyanın en güzel gün doğuşunu izlemenin hevesinde. Daha güneş
çıkmadan kalabalığın yüzlerini kızıl bir ışık boyadı. Karşımızda rengarenk
gökyüzünün aşağısında sisler içerisinde irili ufaklı bir sürü dağ ve
üzerinde patika yollar beliriverdi. Uzaktan Kızıldeniz günün ilk
ışıklarını yansıtıyor ve şimdi adı gibi kızıl renklere bürünmüş.
Herkes merakla güneşin doğuşunu beklerken güneş çok kısa bir süre görünür
gibi oluyor. Sessiz duran kalabalıktan birden sesler yükseliyor fakat
güneş yine kayboluyor. Arapça “Fecr-i Kâzib” yani yalancı gündoğumu adını
alan bu hadiseye ilk defa bu kadar net şahit oluyoruz. En sonunda güneşin
yüzünü göstermeye başlaması ile kalabalığı bir mutluluk sarıyor. Gün
doğdukça herkes gülümsüyor. Sanki mutluluk dağıtılıyor bu kutsal zirvede.
Ben yanımdaki tanımadığım birini dürterek: “Bütün zahmetlere değdi, değil
mi?” diye soruyorum.
Evet diyor gülümseyerek. Daha önce hiç bu kadar çok gülümseyen insanı bir
arada görmemiştim. Herkes mutlu ve kendince mutluluğunu haykırıyor.
Müslümanlar “Maaşaallah, Tebarekallah, Sübhanallah” diyerek sevinçlerini
ve Allah’a olan şükranlarını belirtiyorlar. İngiliz’i Amerikalısı “Woooow,
Oh my God” diyor. Hristiyanlar ayrı bir sevinç içerisinde. Mecusiler diz
çökmüş, anlayamadığımız hareketler yapıyorlar ve gülümsüyorlar. Hemen
arkamızda kim oldularını anlayamadığımız ve bir çeşit ayin gibi görünen
hareketleri ile, bir gurup zenci ve birkaç beyaz insan el ele tutuşmuş bir
daire çizmişler ve şarkılar söylüyorlar. Gündoğumu ayrı güzel, içinde
bulunduğumuz manzara ayrı güzel. Mest ediyor bizi.
Bu kadar güzelliğin ardından güneşin yakıcı etkisi yüzünü göstermeye
başlıyor. Gece ne kadar soğuk ise şimdi bir o kadar sıcak olacak bu kutsal
dağ. Şimdi bizi önümüzde zorlu bir iniş maratonu bekliyor. Bu gayet zorlu
maratonu “Ben dönüş yolunu biliyorum, buradan yol çok daha kısa” diyen bir
rehberin arkasına takılarak daha da zorlaştırıyoruz. Dönüş yolunda güzel
manzaralar vaadiyle girdiğimiz bu yoldan kayalar üzerinden hoplaya zıplaya
ilerleyerek ve bazen tehlikeler atlatarak ilerliyoruz. Yol üzerinde
gördüğümüz “Attention! Danger” yazan tehlike uyarı levhaları bizi korkutsa
da bu noktadan sonra geriye dönecek cesaretimiz ve enerjimiz yok.
Atalarımızın “En kısa yol, bildiğin yoldur” sözüne bir defa daha acı bir
tecrübe ile hak veriyoruz.
Yol üzerinde gördüğümüz tarihi yapıtlar yolun zahmetini biraz da olsa
azaltıyor. Hangi inanca ait olduğunu bilmediğimiz bazı insanlar üst üstüne
taşlar dizerek dua ediyorlar. Vadinin bir kısmı gözünüz alabildiğince üst
üste dizilmiş bu taşlar ile dolu. Yolun sonuna yaklaştığımızı dağların
arasından görünen St. Catherine Manastırını görünce anlıyoruz. Gerçekten
haşmetli bir yapıt. Fakat Tur dağının gölgesinde kalıyor. Dağdan dönen
Turistlerden manastıra girenler yok denecek kadar az. Yaklaşık on saat
süren inişli-çıkışlı yorucu yürüyüşümüzden sonra bizler de manastıra
girmeyerek bir an evvel dönüş yoluna koyulmak için araçlarımıza doğru
ilerliyoruz.
Araçlarımıza biner binmez yorgunluktan herkes uyuyor. Yol ayrımına
geldiğimizde ben arabayı durdurup bu güzel gezide bana yoldaşlık eden
dostlarıma teşekkür ederek, buradan “Sharm Sheikh” adındaki Mısır’ın en
güzel tatil yeri denilebilecek dalış bölgesine, Kızıldenizin eşsiz sualtı
güzelliklerini keşfetmek üzere yola çıkıyorum.
Sina Dağı – Bu yazı 2015 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin
dergisinin 98. sayısından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder