bilgievlerim: KUR’AN AYETLERİYLE HAZRET-i ÂDEM’iN YARATILIŞI
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


11 Nisan 2020 Cumartesi

KUR’AN AYETLERİYLE HAZRET-i ÂDEM’iN YARATILIŞI







Ve Kâinatın yaratıcısı ve sâhibi olan Allah Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve bir halîfe olarak yeryüzünü îmâr etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olan "insan"ı yaratmayı murâd etti...

Daha önce yarattığı ve sâdece ibâdetle vazîfelendirdiği meleklere bu ilâhî irâdesini şöyle açıkladı: "Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi halîfe kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Herhalde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!" dedi. (Bakara, 30)







Allah’ın bu buyruğu karşısında melekler, hep birlikte : "Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!" (Bakara, 32) diyerek Allah Teâlâ’yı tesbih ve tenzîh ettiler.
Meleklerin Cenâb-ı Hakk’a "neden bir halîfe yaratmak istediğini" sormaları; O’na îtiraz ve isyan etmek için değil, insanın yaratılış hikmetini öğrenmek içindir.




 İnsanın Yaratılışı
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Âdem’in topraktan yaratılış safhaları şöyle beyan buyurulmaktadır:
1. Toprak Safhası




"Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da hemen oluverdi." (Âl-i İmran, 59)
 2. Çamur Safhası
"Allah yarattığı her şeyi en güzel şekilde yaratmış ve insanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır." (Secde, 7)
3. Yapışkan Çamur Safhası




"Şüphesiz Biz onları (Âdem ve neslini) yapışkan bir çamurdan yarattık." (Saffât, 11)
4. Havada Kurumuş Çamur Safhası
"Andolsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık." (Hicr, 26)
5. Ateşte Pişmiş Çamur Safhası
"Allah insanı, ateşte pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı." (Rahmân, 14)




Hazret-i Âdem’den sonra onun sulbünden gelecek her bir insanın yaratılış serüveni ise âyet-i kerîmede şöyle özetlenmektedir:
"Sonra o nutfeyi, bir aleka (yapışkan ve döllenmiş yumurta) yaptık. Peşinden, o alekayı bir mudğa11 (bir çiğnem et) hâline getirdik; ardından bu bir çiğnem eti, kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir." (Mü’minûn,14)
Tıp ilmi, bu bilgilere ancak asrımızda ulaşabilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise; Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış safhalarını 1400 küsûr sene evvel ilmî gerçeklere uygun bir sûrette haber vermiştir.

HZ.ADEM’İN YARATILIŞINDA TOPRAĞIN SIRRI


İnsanın fânî vücûdu, topraktan yaratıldığı için toprakla gıdâlanır ve neticede toprakta yok olur. Yani aslına döner. Topraktaki bütün elementler, insan vücûdunda az ya da çok mevcuttur. Çünkü insan vücudu, hakîkatte toprağın ayrı bir görünüşüdür. Nitekim Âdem -aleyhisselâm-, topraktan yaratıldığı için "Âdem" diye isimlendirilmiştir.

Hazret-i Âdem’in nesli de asıl itibarıyla topraktan yaratılmıştır. Yeryüzünün muhtelif yerlerindeki topraklar nasıl farklı hususiyetler taşıyorsa insanlar da hem fizîkî hem de karakter ve mizaç bakımından farklı özelliklere sâhiptir. Nitekim Resûl-i Ekrem -sallellâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakîkati, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifâde eder:
"Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kızıl, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki renklerde; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yani muhtelif istîdâd, husûsiyet ve karakterde) dünyaya gelmiştir" buyurmaktadır. (Ebû Dâvud, Sünnet, 16)
Bilindiği gibi toprakta demir, bakır, alüminyum, fosfor, kalsiyum vb. bir çok element vardır. Bu elementlerin, minerallerin yoğunluğuna ve karışım oranlarına göre toprağın nitelikleri ve türü belirlenir. Toprak bu element ve minerallerin özelliğine göre sertlik, yumuşaklık ve değişik renkler gibi bir takım özellikler kazanır. Buna göre bazı topraklar verimli, bazısı çorak, bir kısmı da kurak ve verimsiz olarak görülür.




Topraktan yaratılmış bir varlık olan insanda da bu elementler farklı miktar ve oranlarda bulunduğundan, toprak ile insanın zâhirî özellikleri arasında münâsebetler vardır. İnsanların ten renkleri de hilkat (yaratılış) toprağının rengine göre belirlenmiştir. Yine insanlar tıpkı toprak gibi kimi sert kimi yumuşak mizaçlı; kimi öğretileni hemen alacak kadar verimli, kimi de ne kadar emek verilse bile öğrenemeyecek kadar verimsizdir.

HAVVÂ VÂLİDEMİZ’İN YARATILMASI VE FITRİ EŞ İHTİYACI

Hazret-i Havvâ’nın Âdem -aleyhisselâm-’dan yaratılışı ile alâkalı olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:"Sizi tek bir candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzûr bulsun diye eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur." (Â’râf, 189)

Ezelde sâdece Cenâb-ı Hakk’ın kendisi mevcuttu. O, kendisinin bilinmesine muhabbet etmesi sebebiyle varlıkları yaratmış ve kesret âlemi denilen bu âlem meydana gelmiştir. Bundan dolayı her varlığın yaratılış sebebi bu ilâhî muhabbettir. Bu keyfiyet Âdem -aleyhisselâm- için de söz konusudur. Bu muhabbet ve iştiyâkın kâmil hedefi, insanın aslına (Rabbine) dönme temâyülüdür. Bu hedefe ulaşabilmek için de bir nevî "hazırlık safhası"na ihtiyaç vardır.
Allah Teâlâ, vahdeti yalnız kendisine has kıldığı için her varlığı karşıt cinsiyle, çift olarak yaratmış ve onları birbirlerine karşı cezbedici (çekici) kılmıştır. Nitekim bu kâinattaki zerreler, tâneler, hücreler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, maddeler, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrârlı unsurlara kadar bütün eşya, kendi karakterlerine göre "çift yaratılış" kânununa tâbîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: "Biz her şeyi çift çift yarattık. Umulur ki ibret ve öğüt alırsınız." (Zâriyât, 49) buyurulmaktadır.
Bu durum, varlığın, kesret âlemi olan dünyadan, geldiği yere Cenâb-ı Hakk’a dönmesi için hem tabiî hem de mecbûrî bir temâyüldür. İşte bu yüzden o vahdete bir köprü ve zemin oluşturmak için, kesret âlemindeyken karşıt cinslerin birbirleriyle bütünleşme temâyülü fıtrîdir. Aynı zamanda Allah Teâlâ, karşıt cinslerin bu temâyülünü, nesillerin devamına da vesîle kılmıştır.




Diğer taraftan Allah’tan gelen insan, O’ndan uzak kaldığı nisbette gurbette sayılır. Gurbet, yalnızlık, çâresizlik, hüzün ve keder demektir. Allah’tan başka herkes tesellî ve avunmaya ihtiyaç duyduğundan gurbette olan insan da, kendisini tesellî edecek birine ihtiyaç duyar. Bütün bu fıtrî husûsiyetler, cennette sonsuz nimetler içinde bulunan Âdem -aleyhisselâm-’ın kendi cinsinden bir eş istemesini gerekli kılmıştır.
İşte bu sebeplerle Âdem -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’tan bir eş istedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, Âdem’in sol kaburga kemiğinin altından, kendi cinsinden ve nefsinden olan Hazret-i Havvâ’yı yarattı. İbn-i Abbas ve İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anhümâ-’dan gelen bir rivâyete göre İblis cennetten çıkarılıp Âdem oraya yerleştirildikten sonra, orada kendisiyle huzur bulacağı bir eşi olmadan, yalnız dolaşıyordu. Bir gün uykusundan uyandığında başucunda, sol eğe kemiğinden yaratılmış bir insan gördü ve ona:
– “Sen kimsin?” diye sordu. O:
– “Bir kadınım” dedi. Âdem, niçin yaratıldığını öğrenmek isteyince de:
– “Allah, senin huzur ve sükûna ermen için beni yarattı” dedi.
Buhârî’nin naklettiği bir hadis-i şerife göre Resûlullâh -sallellâhu aleyhi ve sellem-: "Kadınlara iyilikle muâmele edin, zîrâ kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye çalışırsan kırılır, kendi hâline terkedersen, devamlı eğri kalır. O halde kadınlara karşı iyi davranın." (Buhârî, Enbiyâ, 1) buyurmuştur.




HAZRET-İ ÂDEM VE HAVVÂ’NIN CENNETTEN ÇIKARILMASI

Allah Teâlâ’nın kullarını imtihan etmesi, Hazret-i Âdem’in yaratılmasıyla başlamıştır. İlk olarak Hazret-i Âdem’e secde emri ile melekler imtihan edilmiş oldu. Bütün melekler bu imtihânı kazandılar. Çünkü onlarda nefsânî temâyüller mevcut değildi. Şeytan ise secde emrine karşı isyan ederek imtihanı kaybetti. Çünkü o, kendisinde "nefs" bulunan cinnîler tâifesindendi.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ve eşi Havvâ’yı İblis’le imtihâna tâbî tuttu. Bu imtihanın gerçekleşmesi için de İblis’e fırsat verdi.  Allah -celle celâluhu- cennetteki bir ağacın meyvesine yaklaşmayı Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’ya yasaklamıştı. İnsanı Allah’ın emrine tâbî olmasını engellemeye çalışan nefis, insanla ilk mücâdelesine şeytanın vesvesesiyle cennette başladı. Şeytanın arzu ve isteklerini, Hazret-i Havvâ’yı vâsıta kılmak suretiyle Hazret-i Âdem’e kabul ettirmeye çalıştı. Şeytan ise, vazîfesi gereği her ikisini de kandırabilmek için türlü hîleler yapmaktaydı:
 "Derken şeytan, kapalı olan ayıp yerlerini birbirine göstermek için onlara vesvese verdi. Rabbiniz size bu ağacı: ‘Meleklerden olursunuz veya (cennette) ebedî kalanlardan’ olursunuz diye yasakladı. dedi." (Â’râf, 20)
"Ve onlara: ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim...’ diye yemîn etti." (Â’râf, 21)
"Böylece onları hîle ile aldattı. (Onlar) ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rabbleri onlara: ‘Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?’ diye nidâ etti." (Â’râf, 22)
 Hazret-i Âdem ve Havvâ’nın yasak meyveye yaklaşması, onların nefs imtihanı ile karşı karşıya bulunmaları sebebiyledir. Şeytanın kendilerinden âdetâ öç almak için yapmış olduğu hîleye kanan Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, bu aldanıştan sonra büyük bir pişmanlıkla hemen İblis’i terkettiler ve meleklerin yollarını tercîh ederek tevbe ettiler:
"Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyân edenlerden oluruz." (Â’râf, 23)
Allah Teâlâ, tevbe etmeleri sebebiyle onların kendilerine ve nesillerine kurtuluş yolunu şöyle göstermiştir:
"Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek bir giysi, süslenecek bir elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır..." (Â’râf, 26)
"Ey Âdem oğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana ve babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın!..." (Â’râf, 27)
 Bu âyetlerde, insanın ayıplarını ve eksiklerini örtmede bilinen giysilerin yeterli olmadığına, esas elbisenin kalbi ve gönlü menfî duygu ve düşüncelerden koruyan ve kulun Allah’a karşı mesuliyetini idrak etmesini sağlayan bir "takvâ elbisesi"ni kuşanması gerektiğine işâret edilmektedir.

HZ.ADEM İYİ Kİ DÜNYAYA GÖNDERİLMİŞ





 İnsanlığın başlangıç noktası Adem - aleyhisselam-’ın işlediği zelleden sonra cennetten dünyaya gönderildiği zamandır. Hakîm-i Ezelî, bu dünya sürgünün içerisinde birçok hikmet dercetmiştir.

Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm-’ı mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Ancak işlediği zelle sebebiyle cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmiştir. Bunun hikmetlerinden bazıları şunlardır:
 * Allah Teâlâ, Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemizi yeryüzüne indirerek orada insan neslinin çoğalması ve kıyâmete kadar bu neslin devam etmesini murâd etmiştir.
 * İçinde yaratıldıkları cennet nimetlerinin kıymetini bilip tekrar o nimetlere kavuşma ümidiyle bir imtihan yeri olan dünyada sâlih amellere koşmaları istenmiştir.
 * Âdem -aleyhisselâm-’ın zürriyeti içinde cennete lâyık olmayıp cehenneme müstahak olan kimselerin bulunması ve bunların sâlihlerden tefrik edilmesi istenmiştir.
 * İnsanın, Allah’ın irâdesini ve ahkâmını yeryüzünde tatbik ve orayı îmârla mükellef bir halîfe kılınması murâd edilmiştir.
 * Allah Teâlâ, Hazret-i Âdem ve onun nesline lütfettiği şerefin icâbı olarak, onun cennette bulunmasının sâdece lütuf ile değil; aynı zamanda bir istihkâk yani bedel karşılığında mükâfât olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-ı ilâhînin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm- bilinen zelleyi işlemiş ve bu zâhirî sebeple aslî vatanı cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyaya gönderilmiştir.
 Sayılabilen bu hikmetlere rağmen Âdem aleyhisselâm’ın cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmesi, mâhiyetini insan aklının çözemeyeceği bir kader sırrıdır.

MÎRAÇ HÂDİSESİ NASIL OLMUŞTUR?

Bin bir rahmet ile bizleri kuşatan üç aylar mevsimi, iç muhâsebe bakımından en güzel fırsat demleridir. Bu demlerde Mîrac gibi, benlikten sıyrılıp da göklere yükselmeyi ifade eden mucizevî hâdiselerdeki hikmete râm olup bütün ibadetlerini Mîrac rûhuyla yapabilenlere ne mutlu!..





İsrâ hâdisesiyle Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, buradan semâvâta urûc etme, yâni Mîrâc şerefi bahşolundu. Gerçekten, Mescid-i Aksâ’ya varan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buradan Hazret-i Cebrâîl’in rehberliğinde “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar çıktı.
PEYGAMBER EFENDİMİZ MÎRÂC HÂDİSESİNİ ANLATIYOR
Kâinâtın Efendisi Sertâc-ı Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz bu hâdiseyi şöyle anlatırlar:
“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim... Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
«−Gelen kim?» denildi.
«−Cibrîl!» dedi.




«−Berâberindeki kim?» denildi.
«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.
«−Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.
«−Evet!» dedi.
«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.
PEYGAMBERLERLE SELÂMLAŞMA
Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.




«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.
Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:
«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.
Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.
Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.
«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.
Ben onu geçince, ağladı. O’na:
«–Niye ağlıyorsun?» denildi.




«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.[1]
Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.
Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:
«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.
"ÜMMETİNE SÖYLE CENNETE ÇOK AĞAÇ DİKSİNLER"
Daha sonra bana:




«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.
Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.
SİDRETÜ'L MÜNTEHÂ
Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:
«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.”
Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.




«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!»[2] dedi...” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)
Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.




Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.
O da cevâben:
“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)
Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız de­vâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.
Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.




Dipnotlar: [1] Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ağlaması hasetten kaynaklanan bir durum değildir. Elde edemediği bir kemâl hâline hüzünlenmesi sebebiyledir. [2] Bir görüşe göre Nil ve Fırat nehirlerinin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından cennette müşâhede edilmesinin mânâsı şudur: İslâm’ın nûru yeryüzüne yayılacak; İslâm, Nil ve Fırat havzasındaki bereketli topraklara hâkim olacak, o bölgeler İranlıların ateşperestliğinden ve Bizans’ın teslis inancından kurtulacaktır. Bu vâdinin ahâlîsi nesiller boyu tevhîdin sancaktarlığını yaparak İslâm’a hizmet edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)