Kur’ân-ı Kerîm, hâdiselerin özüne dikkat çeker. Zaman ve mekân unsurlarına ve onların isimlerine umûmiyetle fazla önem vermez. Zîrâ hâdiselerin ibret gâyesine hizmet etmeyen ayrıntılarına girmek, mes’eleyi teferruâta boğar ve kıssadan çıkacak hisseyi matlaştırarak onu anlaşılması güç bir hâle getirir.
Kur’ân kıssalarında göze çarpan diğer bir husûsiyet de şudur:
NAKLEDİLME SEBEBİNE GÖRE KISIM KISIM ELE ALIR
Kur’ân-ı Kerîm, kıssayı hangi sebeple naklediyorsa, onun sâdece maksadı ihtivâ eden kısmını ele alır. O, kıssanın dînî gâyeyi ifâde etmesine ehemmiyet verdiğinden, hâdiseyi, târih sırası gözetmeksizin başından, ortasından veya sonundan anlatır. Muhâtabı, kıssadaki vak’alar içine dalıp gitmeye bırakmaz; aralara gönül iklîmini yeşertecek dînî irşâd ve tevcîhler serpiştirir.
KU'RÂN-I KERİM KISSALARI SÜRÜKLEYİCİ BİR GİRİZGÂH İLE BAŞLAR
Kur’ân kıssaları, umûmiyetle muhâtabı sürükleyen bir girizgâhla başlar. Oradaki hâdiseler, kuru ifâdelerle sıralanmayıp canlılık ve hareket dolu bir tasvirle müşahhas bir hâlde takdîm edilir. İfâdelerde, insan hakîkatini temsil eden ehemmiyetli sahneler ortaya konulur; ancak hâdiselerin ihtivâ ettiği birçok teferruât muhayyileye bırakılır.
Biz âciz kullarını îmânın neşve ve huzûru ile merzûk kılan Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne hamd ü senâlar olsun! İnsanlığı zulmetten nûra gark etmeye vesîle olan kâinâtın Fahr-i Ebedîsine salât ve selâm olsun!
KUR’ÂN-I KERÎM KISSALARININ EHEMMİYETİ
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde önceki peygamberler ve onların ümmetlerinden bizlere naklettiği ilâhî hikmet, ibret ve teblîğ hakîkatlerini beşer idrâki için anlaşılması kolay ve rahat bir üslûb olan kıssa tarzıyla takdîm eder. Bu husus, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِن كُنتَ مِن قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ
“(Ey Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle, Sana kıssayı (geçmiş haberleri) en güzel bir şekilde anlatıyoruz.” (Yûsuf, 3)
تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ
“(Rasûlüm!) İşte bunlar Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne Sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Çünkü (en hayırlı) âkıbet (sabredip) sakınanlarındır.” (Hûd, 49)
وَكُلاًّ نَّقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاء الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ وَجَاءكَ فِي هَذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
“Peygamberlerin haberlerinden Sen’in kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi Sana anlatıyoruz. Bunda Sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir îkaz gelmiştir.” (Hûd, 120)
KUR’ÂN-I KERÎM KISSALARININ GÂYELERİ
Kur’ân-ı Kerîm kıssaları, tamamen dînî birtakım gâyeleri gerçekleştirmek hikmetine mâtuftur. Bu gâyeler, engin ve geniş bir muhtevâ arzeder. Çünkü kıssaların gâyeleri, hemen hemen bütün Kur’ânî gâyeleri içine almaktadır. Bu çerçevede; vahiy ve peygamberliğin ispatı, Allâh’ın vahdâniyetini ispat, dinlerin esasta birliği, îkâz, müjdeleme, kudret-i ilâhiyyenin zuhûra çıktığı yerler, hayır-şer, sabır-sızlanma, şükür-nankörlük ve daha başka nice dînî gâyeler ve ahlâkî hedefleri içine almış ve bunların ifâde vâsıtası olmuştur.
Kıssaların bilhassa mühim ve vâzıh gâyeleri hakkında şunları söylemek mümkündür:
- Îmân esaslarını ispat ve açıklama.
- Vahiy ve risâletin ispatı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmî idi. Okuma yazma öğrenmemişti. O’nun, yahudî ve hristiyan papazlarıyla oturup sohbet ettiği de görülmemişti. Buna rağmen ona Kur’ân’da hristiyan ve yahudîleri de şaşırtan kıssalar nâzil oldu. Hele bâzısında mevzûlar son derece derin ve hassâs bir şekilde beyân edilmişti: İbrâhîm, Yûsuf, Mûsâ ve Îsâ -aleyhimüsselâm- kıssalarında olduğu gibi. Bunların Kur’ân’da beyânı, onun vahy-i ilâhî olduğuna delil teşkîl etti. Kur’ân, bâzı kıssaların başında veya sonunda bu gâyeleri açıkça tasrîh eder:
وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ إِذْ قَضَيْنَا إِلَى مُوسَى الْأَمْرَ وَمَا كُنتَ مِنَ الشَّاهِدِينَ. وَلَكِنَّا أَنشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ وَمَا كُنتَ ثَاوِيًا فِي أَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَلَكِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ. وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الطُّورِ إِذْ نَادَيْنَا وَلَكِن رَّحْمَةً مِّن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
“Mûsâ’ya emrimizi vahyettiğimiz vakit (Habîbim) Sen batı tarafında değildin, (o hâdiseyi) görenlerden de değildin. Fakat biz (Mûsâ’dan sonra) daha birçok nesiller yarattık da ömürleri (uzadıkça) uzadı. Sen Medyen ahâlisi içinde ikâmet edici olup da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Ancak (geçmişlerin haberlerini Sana) gönderen Biz’iz. Mûsâ’ya nidâ ettiğimiz vakit de Sen «Tûr»un yanında değildin. Fakat Sen Rabbinden bir rahmet olarak (gönderildin). Tâ ki Sen’den önce kendilerine uyarıcı (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarasın. Belki onlar iyice düşünüp öğüt alırlar.” (el-Kasas, 44-46)
- Âdem -aleyhisselâm-’dan Peygamber Efendimiz’e kadar dînin Allâh’tan geldiğini, bütün mü’minlerin bir ümmet olduğunu, bir olan Allâh’ın hepsinin Rabbi olduğunu îzâh.
- Allâh’ın peygamberlerine ve seçkin kullarına ihsân buyurduğu nîmeti beyân.
- İnsanoğlunu, ezelî düşmanı olan şeytana karşı îkâz.
Allâh Teâlâ buyurur:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ. إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zîrâ o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allâh’a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” (el-Bakara, 168-169)
- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve bütün mü’minlere tesellî verip gönüllerini pekiştirme, Allâh’ın nihâyette peygamberlerine yardım edip yalancıları helâk edeceğini beyân.
Bu da Peygamberimizi takviye etmek ve onun îmâna dâvet ettiği kimselerin rûhlarına tesir etmek maksadını taşır.
- İnsanın tedricî olarak terbiye ve tezkiye edilmesini sağlamak.
Kıssaların daha başka pek çok gâyeleri mevcuttur. Bunlar arasında Allâh’ın sonsuz ve eşsiz harikalara muktedir olduğunu beyân etmek ve bunu izhâr etmek de mühim gâyelerdendir. Meselâ Hazret-i Âdem’in yoktan yaratılması ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın babasız dünyâya getirilmesi, bu cümledendir.
ALLAH, KUR'ÂN'DAKİ KISSALAR İLE İNSANLARA TÂLİMDE BULUNUR
Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar vesîlesiyle Cenâb-ı Hak, insanoğluna gizli ve âşikâr sayısız ulvî tâlimlerde bulunur. Ayrıca her peygamberde farklı bir husûsiyeti öne çıkararak onu beşer dimağ ve idrâkine yerleştirir. Şöyle ki:
Peygamberler içinde Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın hayatına bakıldığında öncelikle; îmân dâveti, tahammül, sabır ve netîcede de küfre ve küfür erbâbına karşı şiddetli bir buğz göze çarpar.
Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hayatı, şirke karşı amansız bir mücâdele ve putperestliği yok etme uğrunda geçmiş, ayrıca Nemrud’un ateşlerini gül bahçelerine çeviren Hakk’a teslîmiyet, tevekkül ve îtimâd husûsunda müstesnâ bir nümûne olmuştur.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hayatı, zâlim Firavun ve avanesi ile mücâdele hâlinde geçmiş, daha sonra getirdiği hukuk ile mü’minler için ictimâî bir nizam tesis etmiştir.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın tebliğâtının fârik vasfı, insanlara karşı şefkat ve merhametle dolu bir kalbî rikkattir. O’nun mümtaz vasıfları arasında insanlara af ile muâmele ve tevâzû gibi yüksek hâller dikkat çeker.
Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın dillere destan olan o göz kamaştırıcı saltanatına rağmen, tevâzû ve şükür ile kalbî tavrını muhâfaza ederek Allâh’a kullukta yücelmesi hayranlık vericidir.
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayatında belâlara sabrın ve her ahvâlde Allâh’a şükrün yüksek tezâhürleri mevcuttur.
Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm-’ın hayatı, Allâh’a yönelip bağlanmanın ve kusurundan dolayı nedâmet gösterip tevbeye sarılmanın kâmil bir misâlidir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, esâret hâlindeyken dahî Hakk’a bağlılık ve dâvetin zirvesini yaşamıştır. O; servet, şöhret ve şehvet sâhibi güzel bir kadının “haydi gelsene bana” diyerek nefsi cezbedici bir teklifte bulunduğu zamanda bile büyük bir iffet sergilemiştir. Onun yüksek bir takvâ ile müzeyyen gönlü, davranış mükemmelliklerinin muhteşem menbaı hâlindedir.
Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-’ın hayatı, ilâhî azamet karşısındaki ibret sayfalarıyla doludur. O’nun da, haşyetullâh içinde, gözyaşı dökerek hamd ü senâ ve zikredişi, tazarrû ve niyâz hâlinde Allâh’a yönelişi pek ibretlidir.
Hazret-i Yâkub’un sîreti ise, insanın gözünde dünya karardığı zaman bile ye’se düşmeyip, sabr-ı cemîl ile Allâh’a bağlanmak ve O’nun rahmetinden ümid kesmemek lâzım geldiğine dâir büyük bir örnektir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı ise hepsini şâmil bir yücelik ve mükemmelliktedir ki, anlatmakla bitmez.
KUR’ÂN-I KERÎM’DE PEYGAMBERLER VE KISSALARI
Kur’ân kıssalarında peygamberler, beşeriyyetin her bakımdan en mümtaz şahsiyetleri olarak takdîm edilir. Bunlar, kesbî bir gayretle değil, ilâhî bir tâyinle seçilmişlerdir.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
“...Onları (bütün peygamberleri) seçkin kıldık ve doğru yola ilettik.” (el-En’âm, 87)
اللَّهُ يَصْطَفِي مِنَ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا وَمِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
“Allâh meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allâh işitendir, görendir.” (el-Hacc, 75)
HER PEYGAMBERİN KENDİNE HAS FAZÎLETİ ZİKREDİLİR
Kur’ân-ı Kerîm’de her peygamberin bir nevî alâmet-i fârikası olan fazîletleri muhtelif âyetlere serpiştirilmiş durumdadır. Nitekim bu âyet-i kerîmelerden birkaçında şöyle buyrulmaktadır:
وَاتَّخَذَ اللّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً
“…Allâh İbrâhîm’i dost edinmiştir.” (en-Nisâ, 125)
إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ. وَاذْكُرْ عِبَادَنَا إبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ أُوْلِي الْأَيْدِي وَالْأَبْصَارِ. إِنَّا أَخْلَصْنَاهُم بِخَالِصَةٍ ذِكْرَى الدَّارِ. وَإِنَّهُمْ عِندَنَا لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْأَخْيَارِ. وَاذْكُرْ إِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْكِفْلِ وَكُلٌّ مِّنْ الْأَخْيَارِ
“…Gerçekten biz Eyyûb’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allâh’a yönelirdi. (Ey Muhammed!) Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Yâkûb’u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar bizim katımızda seçkin ve en hayırlı kimselerdendir. İsmâîl’i, Elyesa‘ı, Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendir.” (Sâd, 44-48)
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّهُ كَانَ مُخْلَصًا وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا. وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا. وَوَهَبْنَا لَهُ مِن رَّحْمَتِنَا أَخَاهُ هَارُونَ نَبِيًّا. وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا. وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِندَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا. وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا. وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا
“(Rasûlüm!) Kitâb’da Mûsâ’yı da an. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem rasûl, hem de nebî idi. Ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık. Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi Hârun’u bir peygamber olarak armağan ettik. (Rasûlüm!) Kitâb’da İsmâîl’i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, rasûl ve nebî idi. Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi. Kitâb’da İdrîs’i de an. Hakîkaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yücelttik.” (Meryem, 51-57)
BÜTÜN PEYGAMBERLERİN VASIFLARI PEYGAMBER EFENDİMİZ'DE TOPLANMIŞTIR
Kâinâtın yaratılış sâikası olan, Cenâb-ı Hakk’ın “Habîbim” buyurduğu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de ise bütün peygamberlerin fârik vasıfları cem olunmuştur. O’nun hakkında âyet-i kerîmede:
وَ مَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
“(Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyrulmuştur.[2]
PEYGAMBERLER DE HESABA ÇEKİLECEKLER
Ancak peygamberlerdeki bu seçkinlik, kendilerine tevdî edilen çok büyük ve ağır mes’ûliyetler ihtivâ eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların da acz içinde olduklarını ve kendilerine kat’iyyen bir ulûhiyet isnâd edilemeyeceğini ifâde sadedinde:
فَلَنَسْأَلَنَّ الَّذِينَ أُرْسِلَ إِلَيْهِمْ وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ
“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz!” (el-A’râf, 6) buyurur.
Âyet-i kerîmede belirtildiği vechile peygamberler, te’minât altında oldukları hâlde, onlara da teblîğlerindeki îtinâ derecesine göre sorgulama yapılacaktır. Bir rivâyete göre, Süleymân -aleyhisselâm-’ın, kendisine verilen muazzam dünyâ serveti ve tasarrufunun hesâbı sebebi ile diğer peygamberlerden daha geç cennete gireceği nakledilmektedir.[3]
PEYGAMBER DIŞINDA KİMSENİN TEMİNATI YOKTUR
Peygamberler dışındaki kimseler için bir te’minât yoktur.[4] Kula düşen, mânevî hâllerde kendisinin üstüne bakıp kalbî âlemini tekâmül ettirmesi, maddî durumlarda da kendinden aşağıdakilerden ibret alarak şükrân hisleri içinde ömrünü devâm ettirmeye gayret göstermesidir.
Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olan birini görünce, nazarını hemen kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikâk, 30) buyrulmuştur.
Hazret-i Peygamber’e hitâben ve Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın şahsında, bütün peygamberlere âit sorgulamayı bildiren diğer âyet-i kerîmeler şöyledir:
يَوْمَ يَجْمَعُ اللّهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَا أُجِبْتُمْ قَالُواْ لاَ عِلْمَ لَنَا إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
“Allâh’ın, peygamberlerini toplayıp da «Size ne cevap verildi?» dediği gün, «Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» diyeceklerdir.” (el-Mâide, 109)
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ. لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ. ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ. فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
“Eğer (Peygamber) bize atfen bâzı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kıskıvrak yakalardık! Sonra O’nun can damarını koparırdık. (O’nu yaşatmazdık.) Hiçbiriniz buna mânî de olamazdınız!” (el-Hâkka, 44-47)
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدً. يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثًا
“Her bir ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhid olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?! Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temennî ederler ve Allâh’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” (en-Nisâ, 41-42)
PEYGAMBER EFENDİMİZİ AĞLATAN ÂYET-İ KERİME
İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in arzusu üzerine Nisâ Sûresi’ni okurken:
“(Ey Rasûl!) Her bir ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhid olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?!” mealindeki 41. âyete geldiğinde, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (42. âyet-i kerîmedeki dehşetli ifâdeleri dinlemeye dayanamadığından) “Şimdilik yeter!” buyurarak kıraati durdurmuş ve Allâh Teâlâ’nın azameti karşısında ağlamıştır. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 247)
Dipnotlar: [1] Peygamberliğin kesbî değil, vehbî olduğu, şu âyet-i kerîmelerden de anlaşılmaktadır:
“İşte bu (peygamberlik), Allâh’ın fazlıdır; onu dilediğine verir...” (el-Cum‘a, 4)
“Onlara bir âyet geldiğinde, «Allâh’ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız.» dediler. Allâh, peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir...” (el-En’am, 124)
“Sen, bu Kitâb’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak gelmiş)’tir...” (el-Kasas, 86)
[2] Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyâda da âhirette rahmettir. Dünyâda hidâyeti ile, âhirette şefâati ile. Hadîs-i şerîflerde genişçe anlatıldığı üzere, mahşerde bütün insanlar düz ve geniş bir arâzide toplanacak. Korkunç sıkıntılar içinde hesaba çekilmeyi bekleyen insanlar, sonunda bir kurtarıcı aramaya başlayacaklar. Kendilerine başvurdukları büyük peygamberlerden yardım göremeyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip yalvaracaklar. O zaman Peygamber-i Zîşân Efendimiz, Arş-ı Rahmân’ın altında secdeye kapanarak Cenâb-ı Hak’tan ümmetini dileyecek. Kendisine büyük şefaat yetkisi verilince, önce doğrudan cennete gireceklere, belli bir süre sonra da kelime-i şehâdeti söylemekten başka iyiliği bulunmayan günahkârlara şefâat edecek ve onları cennete götürecektir. (Buhârî, Rikak 51, Tevhîd 36, Tefsîru sûre (17), 5; Müslim, Îmân 322, 326, 327)
[3] Bkz. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, XII, 94-95.
[4] Bununla birlikte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cennetle müjdelediği kimseler de bir mânâda te’mînât altında sayılırlar. (Aşere-i Mübeşşere gibi).
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder