Padişahlık Sırası |
2
| |
Saltanatı | 33 Yıl | |
Cülûsu | 1326 | |
Babası | Osman Gâzi Hân | |
Annesi | Mal Hatun | |
Doğumu | 1288 | |
Vefâtı | 1359 | |
Kabri | Bursa'da Osman Gâzi Türbesi'ndedir |
Erkek Çocukları | Süleyman Paşa, Birinci Murad, İbrahim, Halil, Kasım. |
Kız Çocukları | Fatma Hatun |
Osmanlı sultanlarının ikincisi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu.
Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi Şeyh
Edebâli’nin kızı Mal Hâtundur. İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İyi bir eğitim
ve öğretim gösterilerek büyütüldü. Gâzilerin gazâlarını ve meşhur İslâm
mücâhidlerinin, âlimlerinin, evliyâların menkıbelerini dinleyerek şuurlandı.
Osman Gâzinin kumandanları ve arkadaşlarından silah tâlimi gördü. Devrin
silahlarını mahâretle kullanmasını ve muhârebe taktiklerini öğrendi. Osmanlı
Devletinin kuruluşunda hizmet aldı. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanıp
müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhip oldu.
Orhan Gâzi, gençliğinden îtibâren Bizans tekfurlarıyla
yapılan gazâlara katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetle babasının ve
gâzilerin takdirini kazandı. 1298’de Bizanslıların tertiplediği Osman Gâzinin de
dâvet edildiği sûikast plânlı düğüne katıldı. Tedbirli hareket eden Osman Bey,
Yarhisar ve Bilecik’i fethederken Bilecik tekfurunun oğluna gelin gitmekte olan
Yarhisar tekfurunun kızı Holofira’yı da esir aldı. Holofira İslâmiyeti kabul
edip, Müslüman oldu. Nilüfer adını aldı.
Orhan Bey, Nilüfer Hâtunla evlendi.
BabasıOsman Gâzi, 1299 târihinde istiklâlini îlân edince, devleti idârî
bölgelere ayırdı. Orhan Gâzi 1301’de Sultanönü bölgesinin beyliğine tâyin
edildi. 1302’de Yenişehir ile İznik arasındaki Köprühisar’ın fethine gönderildi.
Köprühisar’ı fethedip, Çavdarlı aşiretinin Osmanlı hudûduna tecâvüzlerinin önüne
geçti. 1315’te Çavdar beyini esir alıp, Çavdarlı aşîretinin suçlularını
cezâlandırdı. 1317’de Karatekin, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci
kalelerinin fetih harekâtına katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetle
babası ve gâzilerin kendisine olan güvenini daha da arttırdı. Osman Gâzi, 1320
yılından îtibâren, yaşının ilerlemesi ve romatizmasının şiddetlenmesiyle,
oğlunun idâresini görmek istedi.
Orhan Gâziyi seferlerde kumandan tâyin etti.
1321 Mudanya-Gemlik Seferinde, Mudanya’yı fethetti. Bursa’nın denizle irtibâtını
kesti. 1325’te Bursa’nın güneyindeki Atranos’u fethedince, şehrin ablukasını
daha da şiddetlendirdi. 1326 yılında Bursa’nın Pınarbaşı mevkiine gelerek,
karargâhını kurdu. Şehrin kalesini kuşattı. 1314 yılından beri abluka altındaki
Bursa Kalesini kurtarmaktan ve yardımdan ümîdini kesmiş olan kale kumandanı,
teslim şartlarını görüşmeye mecbur kaldı. Orhan Bey, 6 Nisan 1326 târihinde
Bursa’yı teslim aldı. Osman Gâzi Bursa’nın fethini işitince memnun olup, Orhan
Beyi yerine vâris tâyin etti. Diğer evlatlarının ve kumandanlarının Orhan Beye
bîat edip, ona karşı itâatli olmalarını bildirdi. Osman Beyin Bursa’nın
fethinden önce, fetih sırasında veya fetihten sonra öldüğüne dâir kaynaklarda
muhtelif rivâyetler mevcuttur. Ancak bu kaynakların çoğuna göre Osman Bey,
Bursa’nın fethinden hemen sonra vefât etmiş ve Gümüşlü Kümbete
defnedilmiştir.
Osmanlı Devletinin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan
Gâzi, Alâaddîn Paşayı vezir tâyin etti. Devlet Merkezi Yenişehir’den Bursa’ya
nakledildi. Askerî, idârî faâliyetlere ağırlık verilip, iktisâdî müesseseler
kuruldu. Aşîret kuvvetlerine ilâveten “yaya” denilen piyâde sınıfı orduya dâhil
edildi. Orhan Gâzi, 1327’de Bursa’da gümüş akçesini darbettirdi. Tâyinlerde
bulunup, Akçakoca’ya Kandıra, Kara Mürsel’e İzmit Körfezinin güneyi ve
Abdurrahmân Gâziye de yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idâresi verildi. Bu
kumandanlar, bulundukları mevkilerde fetihlerle de vazîfeliydiler.
Osmanlıların Boğaz sâhillerine kadar genişlemeleri Bizans’ı
telâşlandırdı. Türklerin Sakarya Irmağı sâhilinden Karadeniz istikâmetinde
ilerlemesini durdurmak ve İznik kuşatmasını kaldırtmak için, Bizans İmparatoru
Üçüncü Andronikos ordu hazırladı. 1329 yılında İstanbul’un Anadolu yakasına
geçti. Floken’de karargâhını kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir miktar
asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizanslılara karşı harekete geçti.
Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayısında meydana gelen
Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans İmparatoru bir
günlük muhârebenin sonunda, büyük ümitlerle Rumeli’nden Anadolu’ya geçirdiği
ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamayacağını anladı. Gece karanlığından
istifâde etmeyi düşünen İmparator, muhârebe meydanından karargâhına dönmek
isterken Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen
ordusuyla Bizanslıları tâkibe geçti.
Bizans ordusu gece taarruzuna uğrayınca, paniğe kapılarak,
birbirine girdi. İmparator yaralı vaziyette canını kurtarabildiyse de, ordusu
imhâ edildi. Savaşı kazanan OrhanGâzi, İznik şehrinin kuşatmasını
şiddetlendirdi. Bizanslıların İznik kumandanı, Pelekanon Muhârebesinin
netîcesini öğrenince, artık kendisine yardım edilemeyeceğini kestirdiğinden,
Osmanlıların adâletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi,
ahâliden arzu edenlerin eşyâlarıyla birlikte gitmesine müsâade etti.
AyrıcaOsmanlı Devletinin tebaası olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla,
âdet ve ananelerini muhâfaza edebileceklerini de îlân etti. Halkın büyük
çoğunluğu Osmanlı idâresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada eşleri ölen
kadınlar, Orhan Gâziye mürâcaat edip, sâhipsiz kaldıklarını, Müslüman olup,
Osmanlılardan isteyenlerle evlenebileceklerini bildirdiler. Orhan Gâzi, İznik’in
yerli kadınlarının arzularını îlân edip, isteyenlerin bunlarla
evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhâfazasında
vazîfelendirileceğini açıkladı.
Ayrıca halktan İznik’te kalıp Müslüman
olmayanlara, İslâmiyetin gayri müslimlere olan hukûku tatbik edilip,
vergilendirildi. Osmanlı Devletinin merkezi, geçici olarak İznik’e taşındı.
Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük
kilisesini câmiye çevirtip burada Cumâ namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. İmâret
yaptırdı. Orhan Gâzinin hayırsever hanımı Nilüfer Hâtun, imâret; oğlu Süleymân
Paşa medrese ve diğer hayır sâhipleri de şehirde pekçok sosyal tesis kurdular.
Bundan sonra, bölgenin ticârî bakımdan meşhur şehirlerinden olan İzmit’in
kuşatılması şiddetlendirildi. Bizans İmparatoru, deniz yoluyla İzmit’in
yardımına geldi. Orhan Gâzi Osmanlı Devletinin ilk sulh antlaşmasını, İzmit’in
muhâsarası esnâsında, Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos ile yaparak kuşatmayı
kaldırdı.
1331’de Taraklı,
Mudurnu ve Göynük kasabaları Osmanlı ülkesine katıldı. 1333’te Gemlik, 1336’da
Kirmasti, Mihaliç ve Ulubad kasabaları fethedildi. 1337’de şiddetli bir şekilde
tekrar kuşatılan İzmit teslim olmak zorunda kaldı. İzmit’in fethiyle Kocaeli
Yarımadasının tamâmı Osmanlıların eline geçti. Daha sonra Hereke, Yalova ve
Armutlu’nun da fethedilmesiyle Osmanlı Devletinin hudûdu Boğaz sâhiline dayandı.
Bizans’ın Anadolu ile irtibatı sâdece Şile veBoğaziçi’nde kaldı. Orhan Gâzinin
Bizans’ı iyice sıkıştırması, Üçüncü Andronikos’u antlaşmaya mecbur etti. 1341
Osmanlı-Bizans Antlaşmasına göre Anadolu’daki Şile ve Üsküdar Orhan Gâzinin
akıncılarından emin olmak şartı ile diğer yerler Osmanlı Devletine kaldı.
Diğer taraftan
Karesi beyinin ölümü üzerine, babasının yerine geçen Demirhan’a muhâlefet eden
kardeşi Dursun Bey ölüm korkusu yüzünden Orhan Gâziye sığındı. Dursun Bey,
birâderlerinin yerine hükümdâr olmak için Orhan Gâziden yardım istedi. Dursun
Bey yardım edildiği takdirde Balıkesir ile berâber bâzı şehirleri Osmanlılara
vermeyi vâd etmesi üzerine Orhan Gâzi, Karesi üzerine sefere çıktı.
Demirhan
Bey, Orhan Gâzinin üzerine geldiğini duyunca, Balıkesir’den Bergama’ya kaçtı.
Bergama’nın muhâsarası sırasında Dursun Bey kaleden atılan okla öldü. Teslim
olmaya mecbur kalan Demirhan Bey Bursa’ya getirildi. Balıkesir, Manyas, Edincik,
Kapıdağı ve havâlisi Osmanlı topraklarına katıldı. Bu arada Bizans’taki saltanat
mücâdelesinde taht iddiâcıları Orhan Gâzinin desteğini sağlamak istediler.
Altıncı Yuannis Kantakuzen, kızı Teodora’yı Orhan Gâziye verdi. Orhan Gâzi, 5000
Osmanlı askerini Avrupa kıtasına geçirip Kantakuzen’e yardımcı gönderdi. Yardım
için Trakya’ya geçen Osmanlı askeri, bölgede keşif yaparak çevreyi tanıdı. Orhan
Gâzinin desteğiyle Bizans tahtına sâhip olan Altıncı Yuannis Kantakuzen, 1347’de
dâmâdını Üsküdar’a dâvet ederek görüştü. Orhan Gâzi Üsküdar’da üç gün misâfir
kaldı.
Kantakuzen, Bizans tahtındaki yerini sağlamlaştırınca Papa’yla gizli
irtibat kurdu ve Akdeniz, Ege, İstanbul ve Karadeniz’de koloni rekâbetindeki
Venediklileri destekledi. Buna karşılık Orhan Gâzi de Cenevizlilere yardım etti.
Ayrıca 1352’de Üsküdar ve Kadıköy ile Marmara adalarını fethettirdi. Kantakuzen
aleyhine Bulgarlar ve Sırplar batıdan harekete geçince Osmanlılara karşı Papalık
ile ittifak içinde olmasına rağmen, Orhan Gâziden yardım istedi. Orhan Gâzi,
Bizanslılardan Gelibolu Yarımadasındaki kalelerden birinin verileceğine âit söz
alınca oğlu Vezir Süleymân Paşa kumandasında on bin kişilik bir Osmanlı kuvveti
gönderdi. Kantakuzen, Osmanlı askerinin yardımıyla Dimetoka’da Bulgar ve
Sırplara karşı başarılı muhârebeler yaptı. Orhan Gâzinin oğlu Süleymân Paşa
Anadolu’ya dönerken Bizans İmparatorunun Gelibolu Yarımadasında Osmanlılara
verdiği Çimpe Kalesinde asker bıraktı.
Osmanlıların 1353’te Çimpe Kalesine
yerleşmeleriyle Rumeli’deki fetihler için üsse sâhip olmaları, bölgenin
kontrolünü sağladı. 1354’te Gelibolu’nun fethi ile Avrupa kıtasındaki Osmanlı
toprakları devamlı genişledi. Süleymân Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin
Bolayır ve Tekirdağ’ına kadar, bütün Marmara kıyılarına hâkim olmaları,
Kantakuzen’i telaşlandırdı. Osmanlıları bölgeden atma faâliyeti içine girdi.
Orhan Gâzi ile İzmit’te görüşüp, Çimpe Kalesini on bin altın karşılığı satın
alabileceğini söyledi ve Osmanlı kuvvetlerinin Gelibolu’dan çıkmalarını istedi.
Orhan Gâzi, teklifleri kabul etmedi. Kantakuzen, Balkan ve Hıristiyan
devletleriyle ittifak kurmak istediyse de müttefik bulamadı. Kantakuzen, 1355’te
Bizans tahtından indirilince, yerine Yuannis Paleolog getirildi. Yuannis,
Osmanlıların Avrupa kıtasındaki hâkimiyetine karşı koyulamayacağını bildiğinden
Orhan Gâzi ile iyi geçinme yolunu seçti.
Orhan Gâzinin oğlu Halil’i korsanlardan
kurtarıp, on yaşındaki kızını Osmanlı şehzâdesine vermeyi kararlaştırdı. Ancak
daha sonra Papalık ile münâsebetlerde bulundu. Hattâ Bizans’ın Ortodoksluğu
bırakarak katolikliğe geçmesini plânladı. Böylece Lâtin devletlerinden daha çok
yardım alacağını ümit ediyordu. Buna karşılık Orhan Gâzi fetih hareketini
hızlandırdı. Süleymân Paşa, 1356 senesinde Doğu Trakya’ya geçerek Malkara ile
Keşan ve Çorlu’yu aldı. Bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini kuvvetlendirmek için
Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsu getirilerek iskân edildi. Rumeli fütûhatında,
Osmanlıların yerli ahâliye iyi muâmelesi, din, mezhep, dil hoşgörüsü; can, mal,
ırz, emniyeti sağlaması, bölgeye sulh, sükûn, huzur ve refâh getirdi.
“Oğul, saltanatına mağrûr olma. Unutma ki, dünyâ, hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Kostantiniye’yi ya fethet, yâhut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftârı gözükmez. Daha bir zaman idâre edecekler, lâkin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gâile çıkmazsa Rumeli işini rahat halledersin.
Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennetmekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibâret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultanlığı ikmal ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi dünyâya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi Roma’nın vârisi de biziz. Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzileri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakirleri doyur. Zâlimleri ise cezâlandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecellî eden adâlettir. Sonunda hüküm isâbetli dahi olsa, geciken adâlet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”
1360’ta rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.
Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zâyiâta sebep olacak yerlerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir Müslüman olup, ülkede İslâm hukûkunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzinin İslâm ahlâkına hayrân olup adâletine gıbta eden Hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idâresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkilâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi mükemmel bir idâreciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultanı mânevî şahsiyetlere hürmetkârdı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişâre ederdi. Îmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türk-İslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfûzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi.
Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzinin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civârı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara Adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan gibi şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu.
Orhan Gâzi, Sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdârlık alâmetinden olarak Bursa’da gümüşten akçe kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Ali yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı târih olan H.727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı.
Osmanlı Devletinde ilk fütûhatı yapanlar aşîret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhâsara hizmetlerinde bulanamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptı. Türk gençlerinden dâimî ve esaslı bir yaya ordusu kuruldu. Askerî birliklerde onluk sistem tatbik edildi. Piyâde askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zâbitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvârî kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabûl edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri arâziler de verildi. Timar sisteminin tatbikiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin miktârı, tertip edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere “yamak” denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi.
Osmanlı devlet teşkilâtı ilk defâ Orhan Gâzi zamânında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükûmet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi îcâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devletinin ilk veziri Orhan Gâzinin tâyin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa idi. Vezirler “paşa” ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idârî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazâlar kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idârî ve adlî; subaşı da âsâyişle askerî işlere bakardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makâmı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı.
Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden müslim ve gayri müslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtun da; İznik’te bir imâret, Nilüfer Çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pekçok hayrât inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesinin müderrisliğine zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayserî tâyin edildi. Dâvûd-i Kayserî, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini Matla-ı Husûs-il-Kelim fî Şerh-i Füsûs-ül-Hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlâkının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı.
Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnâsında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zâviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur.
Cennetmekân Sultan Osman Gazi Hazretlerinin vefatı üzerine, H. 726 (M. 1326) yılı Razamanınin 12'sinde Osmanlı Tahtına oturan Orhan Bey, uzun boylu, güleryüzlü, kırmızıya yakın beyazlıktaki yüzü, geniş omuzlu, cesur, mert, çalışkan ve âdil bir sultandı.
Tahta çıktığı zaman 46 yaşındaydı. Bu devreye kadar birçok muhaberelere komutan olarak katılmış, gazi unvanını alacak kadar savaş meydanlarında kılıç sallamış bir askerdi. Birçok anlaşmalar yapmış mükemmel bir diplomattı. Bunun da ötesinde babasının kurduğu devletin, bir cihan devleti olacağına inanmış bir oğuldu... Kendisine düşen; devraldığı bu büyük vazifeyi, daha ileri noktalara ulaştırmak, aşiretten devlete geçen Osmanlının, devlet müesseselerini derhal kurması gerektiğinin şuurundaydı...
Sultan Orhan, Ağabeyi Alâaddin Bey'e Vezirlik Teklif Ediyor
Sultan Osman Gazi Hazretlerinin, Şeyh Edebali'nin hizmetine vermiş olduğu büyük oğlu Alâaddin Paşa, dedesi ve şeyhi Edebali'nin ilim pınarından doya doya istifade etmiş ve tam bir gönül adamı olmuştu. Dünya hırs ve saltanatından kat'iyyen hoşlanmazdı. Sultan Orhan, tahta geçmeden evvel, ağabeyi Alâaddin Paşa'ya tahta geçmesine teklif etmişti. O, bu teklifi red ettiği gibi, babasının mirasından kendisine isabet edenleri, kardeşi Orhan Bey'e «bunlar sana lazımdır» diyerek feragat etmişti.
Sultan Orhan, ağabeyinin ilim ve irfanını bildiği için, kendisinden istifade etmek kasdıyla, hiç değilse baş vezirliği kabul etmesini istedi. Alâaddin Paşa, bunu «geçici bir zaman için.-» şartıyla kabul etti.
Bütün bunlar olurken, İzmit Osmanlılar tarafından feth edilmişti. İzmit çok önemli bir yerdi. «İstikbal denizlerdedir.» Denizlere hakim olacak unsur donanmadır. Donanmanın yapılacağı yer, tersanedir. İşte tersaneye çok müsait olan coğrafî yapısı İzmit'in değerini ortaya koyuyordu.
Alâaddin Paşa'nın Vezirliği Kabol Etmesi
İzmit'in fethini, Bilecik'teki ikametgahında haber alan Alâaddin Paşa, kardeşi Sultan Orhan'ı tebrik etmeğe gittiği zaman, başvezirlik teklifiyle karşılaşmış, yukarıda yazdığımız gibi geçici bir zaman olmak kaydıyla kabul etmişti.
Alâaddin Paşa'nm ilk işi; Orhan Bey adına para bastırmak olmuştu. Çünkü İslâm ülkelerinde müstakıliğin alameti; hutbede sultanın isminin okunması, ikincisi sultanın adına para bastırmasıydı. Halbuki Sultan Osman Gazi, işlerinin çokluğu yüzünden para bastıramadığı için, Osmanlı Ülkesinde Selçuklu parası kullanılıyordu. Alâaddin Paşa H. 729 (M. 1330) senesinde Sultan Orhan adına altın ve gümüş para bastırmıştı.
Para bastırma işini halleden Alâaddin Paşa, askerlik sistemine yeniden bir nizam vermeyi düşündü. Çünkü Osmanlı askerleri «Toplanın, savaş var!» diye haber verildiği zaman çiftini-çubuğunu bırakır, kılıcını-yayını alır ve toplanma yerine koşar gelirdi. Tabiî bunlar hep atlı asker olurdu. Yani akıncı tipli süvari... Savaş, ne yalnız süvari ile yapılır, ne de suva-risiz.. Ayrıca büyüyen -Osmanlı topraklan, bu haberleşme sistemiyle ordunun, istenilen zamanda toplanmasını güçleştiriyordu. İslâm rnücahidleri, fî sebililhah, îlây-ı kelimetullah
için sefere koştuklarından, geride bıraktıkları uzayan savaşlar yüzünden, zor durumlara düşüyorlardı. Bütün bunlar Alâ-addin Paşada, Osmanlı Devletinin çekirdeği olacak devamlı bir ordu bulundurma fikrini doğurmuş ve derhal çalışmalara başlayarak, Bilecik Kadısı Kara Halil'le padişahın huzurunda müşavere ettiler. Görüşmelerden sonra kara sınıfının kurulmasına karar verdiler ve ayrıca asker olacaklara ulufe denilen, gündeliğine bir Osmanlı dirhemi maaş verilmesini kararlaştırdılar. Bu askerler, maaşlarını harp zamanında alacaklar sulh zamanında maaş almayacaklardı. Çünkü toprakJarında çiftçilikle, iş ve güçleriyle meşgul olacaklar, buna mukabil vergi vermeyeceklerdi. Bu işleri düzenleme vazifesi, Osmanlı Baş kadısı Kara Halil'e verilmişti. Kara Halil, gayet titiz bir şekilde çalışarak, seçtiği mücahidlerin meydana getirdiği bu askere «yaya» adını verdi. Onları idare edecek komuta zincirine onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarını verdi. Bu asker, çok kısa zamanda çoğaldı. Fakat bir sınıf gibi teşekkül ettiklerinden sulh zamanında olsun, harp zamanında olsun ahaliye zulüm yapmağa başladılar. Bunun üzerine bu sistemi donduran Alâaddin Paşa ve Kara Halil, devşirme usulünü getirmeyi kararlaştırdılar.. İlk elde kadılar ve valiler eliyle 1000 kadar hristiyan çocuğu alıp, kışlalarda talim ve terbiye ederek yetiştirdiler. Çocuklar askerlik çağına geldiklerinde padişah ordusuna katılıp, kışlada kalmak şartıyla, günde üç akçe verilerek askerliğe alınmış oldular. Ayrıca savaşlarda esir alınan çocuklar da aynı muameleye tâbi tutularak yetiştirildiler. Zaten değil midir ki, her insan îslâmı seçmemesine çevresi se-beb olur. İşte Osmanlı Devleti, İslâm fıtratı üzere doğmuş bütün insanlar gibi bu çocuklara da İslâm olma şansını veriyordu. Kimse zorla müslüman yapılmaz. İslâm'ın emrettiği gibi yetiştirildiklerinden, İslâm'ın güzelliklerini gördüklerinden kendiliklerinden müslüman oluyorlardı. Hatta bir günde bin Rum'un müslüman olduğu söylenir.
İşte bu kurulan ordu, dünyanın her tarafına İ'lây-ı kelimetullah için gitmişler, Şeriat-i Muhammediye'yi oralara taşımışlardır. Bu ordunun adı; Yeniçeri ordusuydu...
Alâaddin Paşa, devlet olmanın şartlarını yerine getirdikten sonra, H. 733 (M. 1333) senesinde vezir-i azamlıktan ayrılarak, kendi köşesine çekilmiştir.
İznik'in Alınması
İznik çok önemli bir yerdi. Bir ara İstanbul'un Haçlı Seferlerinin dördüncüsünde Haçlıların eline geçmesi üzerine, Kayser İznik'e kaçmış ve bir müddet orayı Doğu Roma imparatorluğunun başşehri olarak kullanmıştı.
Orhan Bey'in emriyle Karaten ve Arağan kalesindeki mü-cahidler İznik'i sıkıştırdılar. İznik halkı kale dışında olan bağ ve bahçelerine gidemez oldular.
Kayser, İznik'in sıkıştırıldığını haber alınca, gemilere bindirdiği ordusunu deniz yoluyla İznik'e gönderdi.
Sultan Orhan, kurduğu istihbarat mükemmelliği sayesinde, anında haber alıyordu.
Kendisi İznik'e bizzat, oğlu Rumeli Fatihi Süleyman Paşa'yı Yalova üzerine gönderdi. Süleyman Paşa, yaptığı bir gece baskınıyla, küffar ordusunu perişan etti. Ordu kumandanını ve ileri gelen zabitleri esir alarak babasına gönderdi, iznik ahalisi, yardım kuvvetlerinin İslâm kılıcı ve dirayeti önünde perişan olduğunu 'öğrenince, Sultan Orhan'dan eman dilediler. Eman diyene kılıç vurmayan İslâm mücahidi, bu isteği kabul etti, onlara eman verdi. İznik Tekfuru, İznik'ten ayrılıp İstanbul'a geldi. Osmanlıların adaletini duymuş ve görmüş olan İznik ahalisi, Sultan Orhan'ın ülkesine dahil olmayı cana minnet bildiler. Bütün bunlar, H. 731 senesinde vuku bulmuştur. Orhan Bey, İznik Kadılığını Kara Halil'e vermiş, boş evleri gazilerine verirken, dul kalan Rum kadınlarını da askerleriyle evlendirdi. Birçok imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretler, Osmanlının her mahaiiede kurulu aş ocaklarıydı. O mahallenin fakirleri, o imaretlerde çıkan yemeklerle karınlarını doyururlar, kimsenin minneti altına girmezlerdi. Aç insanın kalmadığı bir ülkede, açlık yüzünden hırsızlık olmayacağından, halkın aldatılmasına imkan bırakılmamış oluyordu. Sultan Orhan, imaretlerin açılış gününe yaptırttığı yemek ziyafetinde, ahaliye kendi elleriyle yemek dağıtmıştır.
Bir kiliseyi camie tahvil eden Sultan Orhan, Osmanlı Devletinde ilk medreseyi burada yaptırdı. Medresenin müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud'a verdi. Kayserili Şeyh Davud içi dışı mamur bir zattı. Tasavvufu Sadreddin Konevî'den almış Muhiddin-i Arab'ı Hazretlerinin Füsus adlı eseri üzerine bir şerh yazmıştır.
Bu arada İzmit valisi olan Süleyman Şah, adaletinin şaş-mazlığım her tarafa duyurmuştu. Bunu duyan komşu tekfu-run ahalisi Osmanlı tabiyetine girebilmek için can atıyordu. Çünkü adalet tevziinde muvaffakiyet, her ahalinin adalet sahibine gönül vermesini sağlar. Bu sebeble Tarakça, Göynük ve Mudurnu bu hislerle Süleyman Şah'a savaşsız tâbi oldular.
Şehzade Süleyman Paşa'nın Seraskerliği
Alâaddin Paşa'nin baş vezirlikten ayrılmasından sonra, Sultan Orhan, şehzadesi Süleyman Şah'a bir menşur göndererek seraskerlik (baş komutanlık) verdi. Şehzade Süleyman Paşa, hem sadrazam, hem de baş komutan olmuştu.
Sultan Orhan Gazi Gemlik'in Fethi
Bursa, İzmit, ve İznik Osmanlı Devletinin olduğuna göre, Gemlik'in sipsivri bir bıçak gibi orada durması ve Rumların idaresinde kalması kabul edilemezdi. Timurtaş Bey, 500 gazi ile Gemlik'e gidip, harmanlardaki zahireyi topladı. Yapılan muhasaraya erzaksızhktan ancak bir ay dayanabilen ahali, kaleyi teslim etmek, selameti Sultan Orhan'a bağlamakta buldular. Gemlik fethedildiğinde tarih, H. 734 (M. 1334) senesini gösteriyordu...
Sultan Orhan'ın Bürsa'yı Başşehir Yapması
Gemlik meselesini de halleden Sultan Orhan, Bursa'ya giderek orada ikaamete karar vermişti. İznik'te başkadılık vazifesini yapan Kara Halil'i Bursa'ya tayin ederek, Bursa'nin başşehir olduğunu ilan etti. Çünkü başkadı nerede olursa başşehir de orası oluyordu. Zira devletin bekası ve kuvveti adaletin sağlamlığı ile Ölçülürdü.
Sultan Orhan Ve Bizans
Babasından devraldığı topraklan genişleten, fetihler yaparak nüfusunu çoğaltan Sultan Orhan, ülkenin imarına ehemmiyet vermeyi lüzumlu görmüş, derhal icraata başlamıştı. Bu işleri yapabilmek için efe, Bizans ile çatışmaya ara vermişti. Hoş, Bizansın çatışacak hali yoktu ya... Çünkü Kayser Andronikos ölmeden evvel yaşı küçük olan oğlu Paleolo-gos'a veziri durumunda olan Kantakuzeni vasi tayin etmişti. Kantakuzen, vasi olması nedeniyle bîr imparator gibi ülkeyi tam selahiyetle idare ediyordu. Bizans entirkası burada sahneye çıkıp, imparatoriçe Anna ve oğlu Yani Paleogolos'u, Kantakuzen aleyhine kışkırttılar. Bizanslılar ikiye bölünerek birbirleriyle savaşmaya başladılar. Kantakuzen, Aydın Emİri Umur Bey'i yardıma çağırdı. Bunu duyan Yani ve annesi Sa-ruhan Beyinden yardım istediler. Aydın Emiri bir yandan, Sa-ruhan Beyi diğer yandan Rumeli yakasına donanmalarıyla geçip Kayser adına Rumeli kıtasını vurmaya başladılar. Sonunda Kantakuzen mücadeleyi kazandıysa da, Yani Paleolo-gos'un tahttan indirilmesine rıza göstermedi. Saltanatın ortaklıkla yürütülmesini istedi. Saltanatın çift başlı olmasa durumu, daima karışıklığa gitmesine sebeb teşkil etti.
Bunlar olup biterken, bir yandan Yani Paleologos diğer yandan Kantakuzen taraftarları, Sultan Orhan'ı kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlardı. Bu arada Kantakuzen kızı Te-odora'yı Sultan Orhan'la evlendirmeye muvaffak oldu. Sultan Orhan ise siyasî dehasını gösteriyor ve her iki tarafı idare ederek vaziyetin arzu ettiği gibi inkişaf etmesine gayret gösteriyordu. Sultan Orhan, H. 736 (M. 1336) senesinde Teodo-ra ile evlenmiş ve ertesi sene ailesi ile beraber Üsküdar'a gitmişti. Kayser'le görüşmüş, Kayser tarafından şerefine verilen yemekte bulunmuştu. Sultan Orhan orada üç gün kalmıştı.
Karesi Vilayetimin Alınışı
İtalyan korsan gemileri, Marmara kıyılarında bulunan Osmanlı şehirlerini rahatsız ediyorlardı. Osmanlılar bunları Önlemek istiyorlarsa da, henüz donanmalarını kuramamışlardı. Halbuki bu tecavüzleri önleyebilmek İçin Akdeniz'in Marmara'ya giriş yeri olan Çanakkale Boğazını tutmak icab ediyordu. Boğazın Rumeli tarafı Bizans'ın, Anadolu tarafı da Karesi Beyliğine ait idi. O tarihe kadar ne Osman Bey, ne de Orhan Bey, müslüman beylerin idarelerindeki yerlere taarruzda bulunmamışlardı. Karesi Bey'i Aclan Bey, Osmanlı Devletinin istikbalinin parlak olacağını hissediyor ve iyi geçinmeye azami dikkat ediyordu. İyi niyet ve takdirinin delili olarak oğlu Dursun Bey'i, Sultan Orhan'ın yanında yetişsin diye göndermişti.
Aclan Bey ölünce yerine, büyük oğlu geçti Ne var ki, bu büyük oğul, babasının yerini dolduramıyacağı gibi, ahlâkının da kötü olması, memleketin ileri gelenlerini çok üzüyordu. Sonunda vezir makamında bulunan Hacı İl Bey'e başvurarak, Sultan Orhan'ın yanında bulunan Dursun Bey'i, ülkenin idaresini yüklenmesini temin için karar aldılar. Gönderdikleri bir elçiyle, Sultan Orhan'ın Dursun Bey'e izin vermesini rica ettiler.
Sultan Orhan, yanına Dursun Bey'i alarak, Karesi üzerine gitti. Sultan Orhan'ın geldiğini gören Aclan'ın büyük oğlu: derhal Karesi'den kaçıp, Bergama kalesine gitti. Sultan Orhan, kuvvetleriyle beraber Bergama'ya gitti, kaleyi muhasar altına aldı. Kan akmasın, müslüman kanı heder olmasın diye, Dursun Bey'i yanına bir heyetle, ağabeysi ile konuşmava gönderdi.
«—Ağabeyim bana kıymaz» diyen Dursun Bey, konuşmak için kale duvarına yaklaşınca, ağabeysi yayını gerip okunu attı ve kardeşi Dursun Bey'i öldürdü.
Sultan Orhan buna çok üzüldü ve gazabı üzüntüsünü aştı. Karesi Vilayetinin, Osmanlı Devletine ilhak olunduğunu ilan etti. Karşı duran olursa, bunu hayatıyla ödeyeceğini de bildirdi. *
Ahali, Osmanlının, adalet ve İslâm kardeşliği içindeki idaresine o kadar meftundu ki, bu olaya sevindiler. Bergama Kalesi ileri gelenleri Aclan oğluna gidip,
«—Ya hep beraber af dileyip teslim olalım, ya da biz seni tutup teslim eder, kendimiz için af isteriz» dediler. Aclan oğlu onlarla beraber af diledi. Sultan Orhan da onları affederek,
Aclanoğlunu Bursa'ya gönderdi. Aclanoğlu iki sene yaşadıktan sonra Bursa'da öldü.
Sultan Orhan, Karesi Vilayetinin valiliğine İznik Valisi olan oğiu Süleyman Paşa'yı, ondan boşalan İznik Valiliğine de ikinci oğlu şehid padişah Sultan Murad-ı Hudavendigar Hazretlerini tayin etti.
Süleyman Şah'a, karesi Bey'liğinin Osmanlıya ilhakıyla, hizmetlerini Omanlı Devleti için amade kılan Hacı İl Bey, Gazi Fazıl, Yakup Ece ve Evranos adındaki ünlü kumandanlarla müşavere etmesini tenbih ederek zaferlere, şükür duygulan içinde Bursa'ya döndü.
Bu büyük kumandanlar, Karesi Beyliğinde gerçek değerlerini gösterememişlerdi. Osmanlıya hizmetlerini arzetmeye "başladıktan sonra, «Kılıç, layık olmayanın elinde paslanır. Ehlinin eline geçince, cevheri meydana çıkar, kıymetlenir.»
Darb-ı meseli gibi nice kahramanlık destanları sergilediler. Osmanlı Karesi Beyliğini ilhak etmekle, boğazın Anadolu yakasını da ele geçirmiş oluyordu.
Rumeli Fetihleri
istanbul'u fethetmek, dünyada nefes alan her müslümanın arzusuydu. Çünkü İstanbul'un fethi, iki cihan serveri Efendimiz Salallahu Aleyhi ve Sellem'in hadis-i şeriflerindendi. O şehri alan kumandan, ne güzel kumandan, o ordu ne güzel orduydu... Böyle buyuruimuş olan bir isteği, yerine getirmeyi hangi müslüman istemezdi?.. Fakat herşey vakti-saati gelince olacağına göre, onun da sırası vardır...
Sultan Orhan Hazretleri, birgün oğlu Süleyman Şah'ı yanına çağırarak;
(i— Venedik Korsanları, zaman zaman sahillerimize sadırır-lar. Ceneviz'le yaptığımız anlaşma, Karesi Beyliğini ilhakla,
Anadolu yakasının sükunetini temin ettik. Göreyim seni Süleyman, Rumeli yakasını bize yâr kıl!» dedi.
Süleyman Paşa, Karesi'ye dönüp Hacı İl Bey, Yakup Ece ve Gazi Fazıl gibi değerli kumandanlarla bir miktar da askeri yanına alarak, ava çıkmak bahanesiyle Güvercinlik denilen yere gelince, yanındaki beylere maksadını açtı.
Rumlar, Osmanlının korkusundan Anadolu kıyılarında değil gemi, küçük bir sandal bile bulunduramıyorlardı. Karşıya geçmenin imkanı yok gibi idi. Süleyman Paşa'nın talimatı üzerine, öküz derisinden bir tulum şişirerek bir sal yaptılar. Geceleyin, Kemer denilen yerden sala binerek, sabaha karşî Viranhisar diye adlandırılan ve boğazın en dar yeri olan Cim-bi kalesi sahiline çıktılar.
Mücahidler, Rumların ileri gelelerinden birisini yakalayıp, Süleyman Paşa'ya getirdiler. Süleyman Paşa, getirilen adama iltifat etti. Kendisine, Cimbi Kalesi fethokınduğu takdirde kale komutanlığını vereceğini vaad etti. Buna karşılık kendilerine klavuzluk yapmasını istedi. Adam bu isteği kabul edince, hemen iki büyük sal yapıldı. Sallardan birine Aksungur, Karaoğlanoğlu, Akçakoca ve Baiabancıkoğlu gibi kırk yiğitle Süleyman Paşa bindi. Diğerine de Hacı İl Bey, Ece Bey, Fazıl Bey ve Evranos Bey'ier bindi. Sabahleyin erkenden Rumlara sezdirmeden Cimbi Kalesinin altına yaklaştılar. Tarih H. 755/M. 1354.
Rumlar, Osmanlıların bu kıyıya geçebileceklerini hayal bî5 le edemediklerinden gaflet içindeydiler. Süleyman Paşa, Rum kılavuzun gösterdiği kale duvarının kenarındaki gübre yığınının üstünden mücahidleri içeri salıverdi. Mücahidler, karşı duranları bağlayıp tesirsiz kıldılar. Kale halkına eman verildi. Herkese iyi muamele yapıldı. Elegeçen Rum gemilerine asker koyarak Anadolu yakasından Rumeli yakasına üç ü içinde üç bin asker taşındı.
Cimbi'den hareket eden Süleyman Paşa, derhal Aya Slon-ya kalesini de zabt etti. Gelibolu Tekfuru, Süleyman Paşa'ya karşı asker toplayıp hücum ettiyse de, zafer yine İslâm'ın... Çünkü Müslümanlar, İslâm'ı yaşıyorlar, İslâm yaşandıkça zafer ve nusret onlara ram oluyordu...
Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçiş haberini ve Gelibolu Tekfurunu yenisini tebrik etmek için Şeyh Mahmud Süleyman Çelebi de şu beyti söylemiştir:
Velayet gösterip halka suya seccade salmışsın, Bekaasın Rumeli'nin dest-i takva île almışsın.
Osmanlı mücahidlerinin Rumeli yakasına geçtiği haber alınınca, birçok Türkmenler Rumeli yakasına geçip 10 bin kişi oldular.
Süleyman Paşa, 1355 senesinde meydana gelen zelzelenin de tesiriyle Konurhisar, Gelibolu, Bolayır, Hayrabolu ve Tekirdağ kalelerini ve topraklarını rahatça ele geçirdi. Bu fetihlerde çok ganimetler toplandı. Süleyman Paşa Hz. Mevla-na'ya olan derin sevgisinden ötürü, başına Mevlevi külahı giyerdi. Ganimetleri İslâm mücahidlerine dağıttıktan sonra, külahını yaldızlattı.
Aydınoğlu Umur Bey Kantakuzen'in daveti üzerine 10.000 kadar askerle Rumeli'ye geçmişti. Yenişehir taraflarında bulunan Kantakuzen, muhalifleriyle savaşmış ve onları perişan etmişti. Sonradan donanmasıyla dönüp Bolayır kıyılarına gelmişti. Süleyman Paşa, Bolayır'ı merkez yaptığından, CJmur Bey sahile çıkıp onunla görüştü. Neticede umur Bey'e, Rumeli kıyılarını kuşatıp, emniyete alması emredildi. Osmanlı mücahidierinin de İç bölgelerde gaza etmeleri kararlaştırıldı.
Rumeli yakasına Osmanlıların yerleştiğini gören Kantakuzen, Avrupa'ya haberler gönderek yardım isterken, Bulgar,Sırp Eflak, Buğdan ve Macar Kralları ile yazışmalar yaparak, Osmanlıları Avrupa yakasından atmak için birlikte çalışmak hususunda anlaştılar. Bu arada Yani Paleolog, Süleyman Pa-Sa'y] Kantakuzen aleyhine çevirmeye çalışıyordu. Gelibolu'nun korunmasını emniyete alan Süleyman Paşa, Silivri Bey'i olan Hacı İl Bey'i yanına çağırarak, Çekmece Kalesini muhasaraya aldı. Keşan taraflarında at koşturup gaza eden Evranos Bey'in gönderdiği haberci, Süleyman Paşa'ya Di-metoka ve Edirne Beylerinin kuvvetlerini birleştirerek, İslâm Ordusuna baskın yapacakları haberini getirdi.
Süleyman Paşa, bir alay süvari ile Ayvat Yiğitbaşıyı Dargıs tarafına gönderirken, Evranos Bey'e de Ayvat Yiğitbaşı ile birleşmesini irade etti,
759/1358 Senesinde, Şevval ayının ortalarında Evranos Bey ve Ayvat Yiğitbaşı pusuya yattılar. Ortalıkta az bir kuvvetle Kara Cafer adındaki kahraman bir komutan görünüyordu. Kara Cafer'i küçük bir lokma gören küffar ordusu, hücuma geçti. Dövüş, çok kanlı cereyan ediyordu. Zaman gelmiş, pusudaki İslâm mücahidleri, dudakları kıpır-kıpır dualar edip, Allah Allah diyerek düşman üzerine, bir felaket bulutu gibi çöktüler, Karanlık basmış, düşman yok olmuştu. Sabah aydınlığı, İslâm'ın zaferini tasdik ederken, 500 kadar Rum askeri, savaş alanında ölü olarak yatıyordu... Ele geçirilen 200 kadar esir de, Sultan Orhan Hazretlerine gönderilmek üzere sevkedilmeye başlandı.
Bu savaştan sonra Kataku2en, işin zorla halledilemiyece-ğini nihayet anladı. Sultan Orhan Hazretlerine
«—Osmanlılar buradan çekip gidecek mi, yoksa bu şehirlerde kalacaklar mı?» diye haber gönderdi.
Sultan Orhan Hazretleri, şu şahane cevabı gönderdi: «—Bu suale, burdan cevap vermek olmaz. O taraftaki kumandanlarla görüşmemiz lazımdır. Ayrıca bu yerleri, Bulgarların hücumundan korumak lazımdır.» diyerek bir diplomasi örneği gösterdi.
Kantakuzen, Sultan Orhan'ın bu cevabından, onun derecesine varamiyacağını anladığından, Bizans'taki saltanat ortaklığından vazgeçip, Aiemdağı'ndaki bir manastıra çekildi.
Kantakuzen'in çekilmesi, Bizans tahtının Yani Paleolog'a kalmasını sağladı. Paleolog, Suİtan Orhan'a senelik vergi vererek, himayesine girmek istediğini bildirdi.
Evet, Bizans, Osmanlı Bey'ine haraç vermeyi kabul etti. Bu çok önemli olay, İstanbul'un fethinin yaklaştığına bir işaretti...
Sultan Orhan, oğlu Süleyman Paşa'ya gönderdiği bir emirle, Çekmece muhasarasını kaldırmasını istedi. Süleyman Paşa da biri iki etmeyip, muhasarayı kaldırarak Dimetoka taraflarına gitti.
Süleyman Paşa'nın Vefatı
Yani Paleolog'un Osmanlı Bey'inİn himayeine girmiş olması, Kantakuzen'in bulunduğu manastırdan, siyasî hayatı takib ve yönlendirmeye çalışmasına sebeb teşkil etti. Avrupa'nın kralları ile haberleşiyor, onları; Osmanlıları Rumeli'nden atacak bir kuvvet teşkil etmeye teşvik ediyordu. Haç, mutlak olarak Hilai'i yok etmek istiyordu. Fakat Hilal'in sahibi Cenab-ı mevla, Hilal'in ordusuna nusret ve zaferler vereceğini Kitab-ı Mübin'de beyan ettiği gibi, İlâhî yardımlarını İslâm mücahidlerine lütfediyordu...
Süleyman Paşa, Avrupa Krallarının bu tasarılarını haber aldığında, kumandanlarını yanına çağırarak, onlara inanç ve şahadetin en güzel örneklerinden sayılan şu tarihi hitabesini yaptı:
— Kumandanlarım, gazilerim! İlk defa ayak bastiğımız bu yabancı topraklarda bizim gibi sayılan az mücahid kafilesinin, az zamanda kazandığı bu fetihler, İ'lây-i Kelimetullah için yapıldığından, Cenab-ı Hakk'in bizlere mükafatıdır. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Haber aldığımıza göre, şimdi üzerimize gelen düşman, her ne kadar bizden çok ise de, bizi bu-qüne kadar muzaffer kılan, savaşlarımızı zafer tâcıyla taçlandıran, İslâm Sancağını gülen yüzü, ilim ve adalet getiren ala-metîyle, kâfir bayrağına galip kılan Allah'ın (c.c) lütfündan asla ümid kesmiş değiliz.
Kumandanlarım, gazilerim, kardeşlerim!
Emelimiz, Hakk din olan İslâm'ı yaymak, onu bütün kür-re-i arza hâkim kılmaktır. Allah için şehid olmak bize, ahiret saadetidir. Şayet bu sıralarda ben ölürsem, siz asla düşmandan yüz çevirmeyiniz. Bilirsiniz ki düşmandan korkmak, büyük günahlardandır.»
Sanki Süleyman Paşa, bu hitabesiyle mücahidler kafilesine son vasiyyetini yapıyordu... 760/1369 senesi içinde Süleyman Paşa, birleşmiş olan Salip kuvvetlerini beklerken, avlara da çıkıyordu. Sırası gelmişken burada bir istidrat yapak, av hakkında kısa bir malumat verelim.
Son altmış yıldır yapılan İslâm düşmanlığının en ağır hücumları, İslâm Devletlerinin en satvetli, en kuvvetli temsilcisi olan Osmanlı'ya ve onun sultanlarına yapılmıştır. Bu sultanların av partileri ise bir sefahet, devlet işleriyle ilgilenmeme şeklinde" körpe beyinlere aşılanmak istenmiştir. Halbuki bu avlar Hz. Rasulülah Efendimiz -(s.a.v.)- sünnet-i seniyyele-rİnden oian iyi bir süvari olma, iyi nişan alma, ok atıp hedef vurmak, cesaretle vahşi hayvanların karşısına çıkmak, insanlara zarar veren bu mahlukları yok etmeyi kolaylaştıran bir spordur. Bugün bir sporcu, idman yapmadan müsabakalara katılsa, nasıl başarılı sonuç alamıyacaksa, o devirlerin savaş sanatında en önemli unsur olan at sürme, engebeli arazide her türlü tehlikeyle başbaşa kalarak ok atma veya atla koşarken nişan alma bir idman değil de nedir?
Süleyman Paşa, 760/1359 senesi sonlarına doğru çıktığı bu avlardan birinde, elinde olan doğanı bir kuşa salıverdi. Kendisi de atiyle doğanın arkasından takibe başladı. Hızla yol alırken atının ayağı bir köstebek deliğine girdi. At yan tarafa düştü. Süleyman Paşa atın altında kalırken, başı bir taşa çarptı ve derhal ruhunu teslim etti. Bolayır'da, bugün bulunduğu kabrine kendi yaptırdığı camiin karşısına gömüldü.
İşte bu sıralarda gaziler şaşırmış, kumandanlarının ölümüne üzülüp ağlaşırlarken, düşman ordusu 50-60 bin kişilik askerle göründü. 60 kadar gemi, on beş bin düşman a-skerini Gelibolu'ya çıkardılar. Diğer düşman askeri de gemilerle Tuzla önüne yanaştılar.
Bolayır'da bulunan İslâm askerinin sayısı 1500-2000 kadar idi... Kumandanlarını kaybetmenin acısı içinde iken gelen düşman ordusu, onlarda bir şaşkınlık, bir yılgınlık meydana getirmişti... Kumandanlardan biri yüksek bir yere çıkarak,
İslâm Mücahidlerine
Süleyman Paşa'nın hitabesini hatırlattı. Bu hitabe, gazilere bir heyecan vererek, kendilerine gelmelerini sağladı. Süleyman Paşa'nın kabri önünde toplanıp, onun ruhuna fatihalar gönderdikten sonra, birbirleriyle helalaşıp düşman üzerine şimşek hızıyla atıdılar. 1500-2000 kişilik bu muvvahidler kafilesi, 15.000 kişilik düşman ordusunu kısa zamanda bozguna uğrattılar. Kaçanları kılıçtan geçirdiler, eman dileyenleri esir aldılar. Düşmanın yalnız gemide kalan kısmı kurtulabildi. Bu mağlubiyeti duyan Tuzla önündeki düşman gemileri, Rumeli'yi İslâm askerine bırakarak kaçıp gittiler. İşte bu zafer, müslümahların Rumeli fethinin mührü oldu. Müslümanlar artık Rumeli'ye yerleşmişlerdi.
Orhan Gâzi'nin Hanımları Ve Çocukları
Nilüfer Hatun; Yarhisar Tekfurunun kızıdır. Asıl adı Holifira diye bilinir. Bizim çalışmamızda Lotus hanım ismi de kullanılmıştır. Ancak mühim olan; her iki ismin Nilüfer Hatun'a aid olmasıdır. Kitabımızda Yarhisar tekfuru ile yapılan savaşın neticesinde Cenabı Hakkın bir ihsanı olarak Orhan Gâ~ zi'ye nâsib olan bu hanımın, kendi arzu ve isteği ile müslü-manlıkla şereflendiğinin nasıl cereyan ettiğini ifade etmiştik. Ancak sunuda hemen ifade edelim ki; meşhur seyyah İbni Batuta İznik'de görüştüğü Nilüfer Hatun'un adını, Bilun şeklinde, yanlış olarak yazmıştır.
Bursa'nın meşhur akarsuyu olan Nilüfer Çayı, bu hanımın, çay'ın üzerine kendi parasıyla yaptırdığı köprüyede sanki teşekkür edercesine Nilüfer Suyu adı verilmiştir. Nilüfer Hatun; Rumeli Fâtihi Süleyman Paşayı ve Kosova galibi Sultan Mu-rad-ı Hüdavendigârı dünya'ya getirmiştir.
Her iki evlâdıda şehadet şerbetini içmiştir. Ne varki bu muhterem validenin de vefat târihi meşkûk kalmıştır. Kabri Bursa'da zevci Orhan Gâzi'nin türbesindedir. Orhan Gâzİ'nin diğer bir hanımı Asporça Hatun'durki, Bizans imparatoru 3. Andranikos'un kızıdır. Orhan Bey'in ikinci izdivacida yine Bizanslı bir hanımla vukubulmuştur. Asporça Hatun Orhan Gâ-zi'ye, İbrahim adı verilen bir şehzade dünya'ya getirdi. Asporça Hatun'un, müslüman olduğuna ve ne ad aldığına dâir bir kayıt bulunmamakla beraber, 1323 senesinde tanzim ettirdiği vakfiyede yaptırdığı binalara ve eserlere oğlunu mütevelli tâyin ettiğini öğreniyoruz. Ayrıca İsporça Hatun Fatma adı verilen bir kız da dünyaya getirmiştir. Asporça Hatun'un ölüm târihi ve kabrinin yeri bilinmemektedir.
Teodora veya Maria adıyla anılan Orhan Gâzi'nin 3. hanımı da sanki bir siyasi evlilik dizisinin, üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. Çünkü bu hanımda Bizans İmparatoru 6. John Kantakuzenus'un ve de sevgili karısı meşhur imparato-riçe İrene'nin kızıdır, Orhan Gazi kaimpederi Kantakuzenus'a imparatorluk ortağı olabilmesi için yardımcı olmuştur. Bu izdivacın yâni Orhan Gazi ile Teodora'nin Silivri'de yapılan düğünleri Bizans eşgüdüm imparatorluğunda, Osmanlının Rumeli fetihleri tasavvurunda, kaleyi içten fetih anlayışı içinde de bakıJabilecek siyasi evliliktir.
Kantakuzenus gördüğü yardım üzerine Bizans imparatorluk idaresinde söz sahibi olmakla bu evliliğin bir meyvesini yerken az sonra Rumeliye çıkacak olan Orhan Gâzioğlu Süleyman Paşa bu akrabalıktan faydalanarak Gelibolu ve civarındaki üs bulma kolaylıklarında, pederinin akrabalık payını devletin lehine pek güzel kullandı.
Silivri'de yapılan düğün merasimi sonrasında Bursaya getirilen gelin Teodora bu evlilikte Halil adı verilen bir şehzade dünyaya getirmiştir. Teodora veya Mana müslüman oldu mu? Ne ad aldı, hangi târihde öldü ve nereye defnolunduğu belli değildir.
Eftandise Hatun ise Mahmut Alp adlı bir müslümanm kızıdır. Ancak hiç bir şekilde hakkında malumat olmayıp, yaşamış ve bu dünyadan bir garip gibi geçip gitmiştir, demekten başka elden bir şey gelmemektedir.
Orhan Gâzi'nin çocuklarına gelince, kız olarak bilinen sadece Hatice Hatun ve Fatma Hatun vardır. Fatma Hatun'un Asporça Hatun'un kızı olduğunu bilmemizle birlikte akıbeti hakkında da bir bilgi sahibi olmadığımızı tabiiki itiraf etmeliyiz. Bunun sebebi; kadın meselesinin o dönemde, kadını bir hazinenin pek değerli bir mücevheri olarak görmesi ve onu, müthiş bir sevgi ve kıskançlıkla isminin duyulmasından dahi kıskanan bir anlayış olarak görmek lâzımdır ve buna saygı duymakda medeniyetin gereğidir diye düşünüyorum. Hiç kimseyi, hiç kimsenin hanımının adının, sanının hiçkimseyi alakadar etmediğini kabullenme, medeni insanın, medeniyetin ilk basamağına ilk adımı atmış olduğunu var sayalım diyorum.
Bunun aksine; kendini cemiyete tanıtmakta olan bir hanımında asla rahatsızlık vermeyeceğini kabullenmek gerekir diye düşünüyorum. Eğer 1700'Iü yıllarda vefat etmişlerin mezar taşlarını okuduğunuzda, zaman zaman rastlarsınız ki, meselâ: Evkafdan elHac İbrahim Tahtavi efendinin fülâne hanımı burada medfun olup, bir fâtihâi şerifenize müştaktır. El-fâtiha. Yazdığını okuyabilirsiniz. Buna karşılık babasını, anasını ve zevcinin adını makamını veya işini belirten, genç yaşında vefat eden Pembe hanımın ruhuna elfâtiha, diye yazdığını da görürsünüz. Orhan Gazinin kızı Hatice Hatun'a gelin-cede babasının, Bursa'daki türbesinde gömülü olduğunu. Toyhisarda da bir zaviye yaptırdığını, Savcı Bey'in oğlu Süleyman Bey'le evli olduğu sanılmaktadır ve Orhan Gazinin, hangi hanımından doğduğuna dâir bilgimizde yok.
Erkek çocukları ise; Gazi Süleyman Paşa ve 1. Murad dışında, İbrahim bey , Sultan Bey, Kasım Bey ve Halil Bey'dir ki, bunlardan Halil bey son vefat edendir. Vefatında 15 yaşındaydı ve Ceneviz korsanlarınca kaçırıldığında, Orhan Gazi pek üzülmüştüde yüzbin duka altın ödenerek kurtarıldı ve dedesi Kantakuzenusa iade edilmiştir.
Orhan Gazinin sadrıazamı ise baba bir anne ayrı kardeşi, ve Orhan Gâzi'nin yaşça büyüğü Alaadin Paşa, 1323'de aldığı sadareti 1339'da terk ettiğinde 16 yıllık bir ağır hizmet fakat yüce temelli bir devletin istikbâle ümidle bakmasını temin eden bir bani, bir kurucu olarak düşünmek gerekir. Alaadin Paşa'dan vezaret Nizameddin Ahmed Paşaya geçmiş ve 1339'da başlayan görev on yıl devam etmiş 1349'da sona ermiştir. Bu tarihden sonra 3. sadrıazam olarak, Ankaralı Devlethan bin Hacı Paşa'yı görüyoruz ve bu zat da 11 sene hizmetle 1360?da tamamlandı vezaretdeki vazifesi.
Sultan Orhan'ın Vefatı
Müslümanların Rumeli'ye artık kesin olarak yerleştiklerini belgeleyen bu zafer haberi, Süleyman Paşa'nın vefatıyla birlikte Sultan Orhan Hazretlerine bildirilmişti. Yarabi bu ne tecelli idi!.. Sana şükürler olsun. İslâm Rum eline yerleşiyor, Süleyman ebedî dünyasına geçiyor., bu buruk bir zafer., zaferle teselli olunacak acı bir haber... 81 yaşına gelmiş olan Sultan hazretleri, böyle bir sevince ve böyle bir kadere nasıl tahammül etsin?.. Ya İlâhî zafere aşırı sevince, kederde isyana vardırmayacak mükafaat ve lütfuna hamdolsun.. diyen Sultan Orhan oğlu şehid padişah Murad-i Hudavendigar Hazretlerini 761/1360 yanına çağırıp, kendisine nasihatlerini ettikten ve tahtı vasiyetten sora; 35 yıl süren, fetihlerle geçen, İslâm Sancağını yükseltmekle mükellef vazifesi, İndi İlâhî'de inşallah makbul sayıldığından, Süleyman Paşa'nın vefatından iki ay sonra ebedî aleme (Rahmet-i Rahman'a) kavuştu. Babası Sultan Osman Gazi Hazretlerinin türbelerinin yanına defnedildi. Sultan Orhan Hazretleri ölürken, Sultan Murad-ı Hüdavendigâr'in oğlu Yıldırım Beyazıd dünyaya geliyordu...
Okuma Parçası:
Şehzade Halil'in Macerası
Orhan Gazi döneminde, yaşadıkları dönemi yazan Bizanslı iki tarihçi vardır. Biri Nikeforos Grigoras'dır. Diğeri Bizans devlet adamlarından, kızını Orhan Gazi ile evlendiren iyon-nes Kantakuzenos'dur. Her ikiside tanınmış tarihçilerdir.
Osmanlı tarihleri Orhan Gazi'nin; Süleyman, Murad, Kasım, adıyla üç oğlundan bahseder. Bu iki tarihçi ise 4. oğul Halil'in varlığından ve bir sergüzeştini bir macerasını uzun uzadıya anlatırlar.
Bu hususda Nikeforos Griyoras'dan nakledelim: "1356 miladi senesi yaz başında, hiç umulmaz bir vak'a cereyan etti. Bu olay Orhan Gazi'nin oğullarından şehzade Halil'in korsanlar tarafından kaçırılmasıydt. Bu küçük şehzade bazen denizde, bazen denizden uzak yerlerde oynar vaktini geçirirdi. Günlerden bir gün Bozburun civarında gezmekteyken, sahilin ormana yakın tarafında gizlenmiş bulunan korsanlar ve bunları taşıyan gemi kimsenin dikkatini çekmemiş. Korsanlar bir çok yerde böyle küçük, zengin görünüşlü kimseleri kaçırıp, fidye talebinde bulunarak geçinirlerdi. Bunlarında onlardan binleri olduğu mutlaksa da bu sefer peşinde oldukları av dedesi Bizans İmparatoru, babası Osmanlı devlet reisi olan şehzade Halil idi. Şehzade ise, olacaklardan habersiz binmiş olduğu balıkçı kayığının içinde etrafı seyrediyor sıcakların tam basmamış olmasına rağmen esen sıcak rüzgârın letafetimle vaktini geçirmekteydi. Korsanlar; aniden bu bir kaç kişiyle seyrü sefain eden balıkçı sandalına alıverdileı: Şehzadenin yanındaki bir kaç kişi kılıçlarını çekip savunmaya geçtiterse hâttâ korsanların bir kaçım yaralamaya, muvaffak oldularsa da, çokluk azlığa galebe çaldı. Şehzade Halil, korsanların avı oldu.
Korsanlar; yapılan savunmadan ellerindeki çocuğun ne derece kıymetdar bir esir oluğunun farkına vardıklarından, devamlı yerleşim halinde oldukları Foça'ya doğru rotalarını çevirdiler.
Foçalılar, bir çok kavimle karışmış ada insanı olmakla beraber, eninde sonunda Rum idiler
Bu arada şehzadenin kaçırıldığı haberini öğrenen Orhan Gazi bir devlet reisi olmanın Dekarını belli etmekle mükellef °iduğundan ızdirabını saklamağa çalışıyordu. Tabiiki Osmani aile yapısında ki ketumiyet annenin ue diğer hanımların feryad ve figanını duyma imkânımız olmamakla beraber, her annenin böyle bir halde, ızdırabının ne kadar teselli bilmez hâl göstereceğini tahmin zor değildir.
Orhan Gazi, şehzadesinin kaçırılma haberinin ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra verdiği emilerle bütün imkânlarını arama işine seferber etti. Bu arada da, ekseriyeti Rum olan Foça beldesi ahalisinin, Rum imparatoruna mensubiyeti vardı. Orhan Gazi bu imparatora müracaat ederek, uğradığı feâketi ve bunu sona erdiren bir hizmete muvaffak olursa, nice hediyeler vereceğini uaad ettiği gibi istediği kadar da maddi yardım yapmaya hazır olduğunu uaad etti. Bu işe verdiği adamları gelip, gidip Rum İmparatorunu ziyaret edip, aramaları sıklaştırma hususunda hep ikaz ediyorlardı.
Beri yandan Bizans'da imparatorluk kavgası var olduğundan her iki tarafda Orhan Gazİ'nin yardımını elde etmek istiyordu. Halbuki Orhan Gazi; az önce şehid olmuş olan Rumeli Fatihi Süleyman Gazİ'nin üzüntüsüyle hayli sarsılmış kaçırılan şehzade Halil olayı pek ağır bir darbe olmuştu. Padişah Foça'ya gönderilecek gemilerin her türlü masrafını tediye edeceğini bildirdiği gibi, Bizans tahtı meselesinde imparatora yardımcı olacağı beyanında da bulunmaktan geri kalmamıştı.
Foça hakimine müracaat eden Dede imparator İonis Kan-takuzinos, buradan pek soğuk cevaplar aldı. Haddinden fazla paralar tâleb ederken, bu hâkim nice nice unvanlar ve se-lahiyetlerle teçhiz olunmayı istedi. İmparator Kantakuzinos müracaatları yineledikçe, Foça hakimi neredeyse imparatora karşı isyan edecek tauuiara bürünmekteydi Yoksa bu kaçırılma işi, bambaşka bir plânın özünümü teşkil ediyordu. Belki de, Orhan Gazi bunlara kaimpederi aracılığıyla muhatap olurken, kendisi direk olarak meseleye girmiyor işi devletler arası bir mesele haline getirmekten uzak kalmayı yeğliyordu.
Denizlerin kışı, tabiiki karadaki kıştan farklı olup, suların denizlere akmaya başladığı ilk baharda, rüzgâr ve fırtınalar o uçsuz bucaksız ummanda birbiri peşi sıra gelen dev dalgalar, gemileri ceviz kabuğu gibi bir dalganın kucağından di-ğerininkine atarken, en küçük muvazenesizlik geminin gark olmasına sebeb olurdu. İşte denizlerin bu mevsimi yaşanırken şehzade Halil'in dedesi İonis Kantakuzanos üç büyük gemiyi Foça'ya gönderdi. Bu gidiş Foça'yı muhasaraya dönük bir gidişdi. Ancak Foça yarım adasının ablukaya alınması, burayı ele geçirmeye yetmezdi. Kara tarafından da biı tazyik gerekirdi.
Bu da Saruhan üzerinden olabilirdi. Bu seferde Saruhan diye bir mesele ihdas olunmaktaydı. İmprator Kantakuzanos, nice paralar ve Amucazâde unvanı vermek suretiyle Saruhan Beyinin kendisiyle müttefik olmasını sağladı.
Kaçırılan çocuk işinin faileri Cenevizlilerdi. Foça hakimi arkasında Ceneviz desteği olmadığı takdirde, ne Bizans imparatoruna dolayısıyla da istikbâli pek parlak görülen Osmanlı beyliğine böyle üst perdeden, hele hele bir kuşatmaya muhatap olacak kadar işi ileriye götürmekten içtinap ederdi. Diğer yandan da arkası karanlık bir işe, evlât acısıyla hop diye atlamayıp, elindeki maşayı yâni kaimpederi Kantakuzanosu işle meşgul ettirmek, Orhan Gazİ'nin fıtratındaki devlet adamı kumaşının bir dışa vuruntu idi.
Foçalıtar beldelerini savunuyor Bizanslı gemilerin saldırısı sürüyor ve görülen müdafaanın yıkımı yakın idi ki, hava birden bire değişti. Öyle şiddetli bir lodos esmeğe başladıki, eğer gemiler muhasarayı kaldırıp kendilerini açığa atmazlarsa kayalıklara ve karaya vura vura parçalanacaklardı. Böylece bu akın akim kalmış oldu.
imparator; Sar uh.an Bey'ine o kadar yakınlık gösteriyordu ki, gününü onunla geçiriyor. Evine, beldesine misafir oluyor bu ihanet eder mi diye hiçbir şey aklına getirmezken, itimat ettiği adam İse, şeytanın iğuasında olduğundan kafasında çeşitli tuzaklar kurmakta, bunların hangisini yaparsam daha çok kârlı olurum seçimi yapmaya çalışıyordu. Aklından geçenler kendisinden hiç ayrılmayan Kantakuzanos'u tevkif etmek oe çok yüksek bir kurtuluş ceremesi istemek yâni fid-ye-i necat'da denilen altunlan talep etmek. Ayrıca kendine uzak olmayan ve gücü ile alması kabil olmayan.birkaç kasabanın kendi idaresine verilmesini istemek gibi hususlardı bu düşünceleri. Bütün bunları kolayca tatbik edebileceği kanaatini taşıyordu. Ancak kurduğu tuzağa kendi düştü.
Saruhan Bey'inin adamlarından biri, imparator'a olan biteni haber vermişti. Bir gün her zamanki saygısını gösteren Saruhan Bey'i imparatorun nezdine gönderdiği güzel koşumlu bir at ile hem gezmek hemde çıkarsa av kovalamak maksadını düşündüğünü bildirdi. İmparator; Saruhan Beyinin tasavvurundan haberdar değilmiş gibi davranarak, kendisine mühim ve gizli bir hususu anlatacağını bunun için ben sizi gemime davet ediyorum haberini yolladı.
Saruhan Beyinin gemiye ayak basmasıyla halatlar çözüldü, yelkenler fora edildi ve hızla sahilden uzaklaşıldt. İşin ortaya çıktığını anlayan Saruhan Bey'i; yanında bulunanlarında duyacağı sesle tuzağını anlattı. Bir kaç gün sonra, Bey'in hanımı bir miktar para getirip kocasını serbest bırakılmasını istedi. Eğer kocamı bırakmazsanız, eve döner dönmez bütün bölge insanını aleyhinize kışkırtacağım ve herhangi bir tecavüze karşı, gerek kendimi gerekse yetimlerimi korumak için birisiyle evleneceğim demek suretiyle bir ültimatom verdi
İmparator; Saruhan Beyini, yanında tutmanın veya öldürmenin kendisine bir şey kazandırmayacağını, hatta gördükçe canının sıkılacağının neticesine vardı. Bunun üzerine kendine verilen altunlan alıp, Saruhan Bey'ini salıverdi.
Öteyandan; Orhan Gazi kaçırılan evlâdı şehzade Halil için kaimbiraderi Matyas Kantakuzanos'un yanına 4 bin asken vermiş, o da bu güçlü askerin yardımıyla, Makedonya civarındaki bir çok yeri basıyor ve yağmalıyordu. Aslında Bizans'a bağlı olan bu beldeler son zamanlarda Sırplıların idaresine geçmişti Bu arada yağmalara karşı harekâta geçen bölgedeki Sırp kumandan Matyas'ın kuvvetlerini yenmiş ve Matyası da esir almıştı.
Bu haberler; imparator lyonnes Paleogolos'un kulağına vardığında, Midilli adasındaydı ve Foça'nın muhasara hazırlıklarını yapıyordu. Askerlerine istirahat etmeleri için bir müddet izin vermişti Matyası esir alan Sırp kumandanına bir heyet gönderip dostça münasebetlerini yenileme teklifinde bulundu. Tabiiki hediyeler göndermeyi de ihmâl etmedi.
Sırplı kumandan, makbul cevablar verdiği gibi esb.i Matyas'i Paleolog'un gönderdiği heyete teslim etti. İmparator İyonnes Paleolog, Matyas ve eşini Bozcaada'ya gönderdi. Onun oğullarını da Midilli adasını idare etmekle görevlendirdi
Bu sıralarda Paleolog, kendisi hakkında İstanbulda bir yok etme plânının hazırlandığını haber aldı. Bu plânı akim kılmak için tebdili kıyafetle üç kürekli bir gemiyle İstanbul'a koştu. Kimsenin haberi yokken saraya girip işleri yoluna koymaya başlamıştı ki; Orhan Gazi'den ardarda heyetler gelip kendisini şu sözlerle tehdide başladılar; /
"Eğer Rumlar! Bizim hücumlarımızdan masun kalmak istiyorlarsa sen hemen Foça'ya don ve şehzade Halil'i halas eylet.." Kısa zamana işlerini düzene koyan imparator tekrar Foça önlerine koşmak mecburiyetinde kaldı.
Görüyorsunuz ki sevgili okuyucu! Kuuuet ve basiret birleş-timi hükümranlık o güce yakışır Orhan Gazi; daha 2. padişahken, Osmanlı devleti siyasi evlilik ve güçlü askeriyle asırların Bizans'ını nasıl istediği gibi yönlendiriyor.
Şehzade Halil'in işi bir türlü nihay etlen mi yor, kaçırıldığı yaz geçmiş, sonbahar tamamlanmış ve çok şiddetli bir kış yaşanmış o mevsimde yerini bahara terke başlamıştı.
Orhan Gazi karayoluyla baharın ilk günlerinde Halkidona yani Kadıköyü'ne geldi ve kara ile denizin birleştiği yere çadırını kurup bayrağını dikmişti. Otağından oturduğu halde, İmparator'a oğlunun halini konuşmak için gelmesi haberini göndermişti. Her ne kadar iki hükümdar yüzbeyüz konuş-madılarsa da; adamları kayıklarda görüşüyorlardı. Bilgileri hükümdarına naklediyordu. İmparator İonin Paleolog çadırını Kadıköy sahiline pek uzak olmayan kızkulesine kurduğundan, haberleşmede çabuk cereyan ediyordu. Esaretten kurtulacak olan şehzade Halil, Paleologların kızıyla evlenecek böylece imparator, Orhan Gazi ile dünür olacaktı.
İonnes Paleolog, Orhan Gazi'den bir hayli yüksek meblağ alarak Foça'ya hareket etti. İmparator Foça'ya vardığında temasa geçtiği Foça hakimi Kalofeti, imparatordan yüzbin altu-na yakın para, parlak rütbeler alarak ondan sonra bu kadar şiddetle taleb olunan şehzadeyi biraz geç ue hayli müşkilât ile imparatora teslim etmiştir. İmparator sevinç içinde yanında şehzade Halil olduğu halde Bizans'a avdet elti.
İmparator; şehzade Halil'e ''oğlum, damadım" diye hitap etmekteydi, ülkesinde karışıklık durmuş. Bahar mevsimiyle birlikte ahali Bizarısın dışına çıkmış, bağlarını, bahçelerini tanzim ediyorlardı. Şehzade Halil ise Paleologların sarayına geldiğinde, kendine ayrılan daire önünde, imparatoriçe Ele-niyir reveranslar yaparak selamladı ve şunları söyledi:
"Serairi ancak, Halık-l Rabbülâlemin bilir, nasıl ben gaflete esir oldum ve ailemin ağuşu muhabbetinden mehcur ve ne kadar müddet vatanımdan uzak kaldım. /Ve belâlara duçar oldum. Kılıç ve soğuğa aldırmayarak denizden ve karadan nice zorluklara göğüs geren imprator Efendim hazretleri ibzal buyurdukları himmet sayesinde beni esaretten tahlis etdi. Benden elbette bu lutüfa karşı hiç bir mükâfat beklemezler. Çünkü böyle bir şey kudretimin feukimdendir. Halbuki kudretim yettiği kadar ve hayatım devam ettikçe hizmetlerine, her münasib husus için bütün gayretimi bütün arzumu feda edeceğim." Daha sonra imparator ve imparatoriçeden müsaade istiyerek dairesine çekildi.
Şehzade zaman zaman pek gösterişli ve kıymetli elbis rJer içinde halka görüldüğünde alkışlarla istikbal ediliyordu. Bizans ileri gelenleri bu yeni damada hediye üzerine hediye veriyorlardı. Bizans sarayında binbir gece masalları gibi bir hayat sürüyordu şehzade Halil, hamam sefaları, parlak ziyafetlere birbirini kovalıyordu.
Paleolog İonnis'in bu ziyafetler sırasında iki yaşındaki bir çocuğunun ölmesine rağmen, metanetini muhafaza etmesini, Bizanslı tarihçi Grigoras alicenaplık diye vasıflandırıyor ki, bu da Bizans tarihçilerinin hükümdarlarını medhetmek için her olaydan isitfade yolunu aradıklarını gösterir.
Bu çocuğun cenaze törenine şehzade Halil'i de davet eden imparator, bu sırada on yaşlarında olan ve Osmanlı şehzadesine nişanlandığı İrini'yi bu merasimde gösterme imkanı buldu.
Bize göre o sırada; Kantakuzanos ile Paleologlar Bizans tahtında şerik yani ortak olarak bulunduklarından, tabiiki birbirlerini tasfiye etmek arzu ve teşebbüsleri gizli gizli yapılmaktaydı. Dikkat buyurursanız, Sultan Orhan'ın. Asporça Hatun isimli hanımı, Teodora adlı hanımı ki şehzade Halil'in annesidir. Kantakuzanos ailesinden idi, 4. hanımı Bayalan Hatun'da Paleolog ailesinen bir prenses idi. Yâni gerek Sultan Orhan siyasi evlilikleri her iki kral ailesi ile yapmayı nasıl evlâ görmüşse, lonnis Paleolog'da Osmanlı Sultanını, kızına kaimpeder yapmayı o kadar evlâ görmekte olmalıdır. Şehzade Halil; Bizans'da bunları yaşarken Orhan Gazi, İznik'ten, Kocaeline gitmişti. İonnes Paleolog İstanbul'dan bindiği bir gemiye yanında şehzade Halil olduğu halde İzmit'e doğru yola çıktılar ve ertesi gün limana geldiler. Şehzade Halil'i babasına teslim ederken, çizmeyi aşan imparator,-Halil Beyi oeliahd tayin etmesini rica ederken şunları söyledi: '\.Hak budur çünkü şehzade Halil oğullarının en sevgilisi ve kızının nişanlısı olup, cesur ve bazusu kuvvetli, akıllı ve hükümet edebilecek olmağa müstahaktır." Dediğini ifade eden Bizanslı tarihçi Gringoras şunu ilave ediyor: "zâten Orhan Bey buna mütemayil idi. İmparatorun söyledikleri bu temayülünü bir meyelân haline getirdi ve bunu hazırlayacak şartları tesbite karar verdi. Orada bulunan Bizans askeriyle, Osmanlı askeri karışık bir alay teşkil ettiler ve yürüyüşler yaparken, musiki aletleriyle çeşitli marşlar ve musiki eserleri çalındı. Bölgede yaşayan müslim ve gayri müslimler birbirleriyle dostça eğlendiler "
Şehzade Halil Bey'in kaçırılması; adetâ Bizans'ın hayat bulmasına yaradığını göz önüne alırsak, bu. kaçırma işinin o devrin gizli istihbaratının bir çalışması olarak değerlendirirsek, fazla bir yanlış yapmış olmayız. Çünkü kaçırılma olayının kime yaradığına baktığımızda, bunun Bizans'a çok fayda sağladığını görüyoruz. Bizans içindeki taht kavgasını bir kenara bırakalım.
Osmanlıların Rumeliye çıkmasından sonra bir çeteler cenneti hâline gelmiş olan Trakya ovaranda, çetelik son buldu. İnsanlar bağlarını, bahçelerini hürriyet içinde ve pür neşe tanzime koyuldular. Osmanlı âdil idaresi bu bölge insanını yüz yıllardır hasretini çektiği bir idareydi. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı kılıcı atında yaşayan bölge ahalisi din olarak da, tebâ olarakda nihayet Bizanslıydı. Bu bakımdan, Osmanlının Rumetiye geçişi Bizans ahalisine yaramıştı.
Anadolu üzerinden Bizans toprağına seferler düzenleyen Osmanlı kumandanları İzmit, Hereke, Samandra gibi yerleri kılıç altında tutup, fethe hazır hâle getirmişlerdi. Bu bakımdan buralarda yerleşmiş olan Rumlar bağ ve bahçelerini işle-yemiyorlar dolayısıyla iktisadi bir krizin içinde mahvolup gidiyorlardı. Bütün bu olumluzluklar Orhan Gazi'nin şehzadelerinden Halil Bey'in kaçırılmasıyla başka bir safhaya döküldü. Orhan Gazi dostluk elini uzatmak mecburiyetinde kaldı. Zaten; Yeni yeni büyümeğe başlamış bir Beyliğin basınca olduğunun idrâki içinde, Bizans gibi avrupanın, kolay kolay gözden çıkarmayacağı bir devletle temkinli olarak münasebet sürdürmeliydi ve nitekim evliliğinde bile üç tane Bizanslı Prensese çadırını ve ağuşunu açdı. Şehzade Halil'in kaçırılmasıyla meydana gelen temaslar ve bu temaslar neticeslnde-ki dostluk belirtileri Bizans halkına hemen müsbet olarak aksetti. Bu ahali sûrların dışına çıkmak ve arazileriyle meşgul olma şansını buldu o sene yağmayan yağmurlar yağdı, üzün zamandır istihsade görülen kıtlık, bollukla yer değiştirdi. Rahmet bulutları Bizanslıların üzerine yağdı, Demekki şehzade Halil'in kaçırılması en çok Bizans'a yaramıştı.
Hemen burada Şehzade Halil'in akıbetinide verelim. 1359'da Kocaeli sancak beyi olan şehzade Halil, kendinden bir yaş küçük İrini ile İznik1 de evlendi. 1361'de Gündüz, 1362'de Ömer adı verilen iki erkek çocuğu oldu. Bunlar çocuk yaşlarında vefat ettiler. Şehzade Halil'de 1362'de onbeş yaşında olduğu halde öldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder